Kişilik ve Dönüşümleri – Jordan Peterson Psikoloji Ders Notları

Kişilik ve Dönüşümleri
(Dijital Kitap – Türkçe – 420 sayfa)

(Shopier’de sepete 225 TL ve üstü alışverişte %30 indirim var.)

İnsan olmanın temel motiflerinden biri, “bir engel ile karşılaştığımda, kendimi dönüştürebilirim ve böylece bu engeli aşacak bir yol bulabilirim” motifidir. “Kişilik ve Kişiliğin Dönüşümleri”, sizin sadece olduğunuz kişi olmamanız ve sürekli değişen bir varlık olmanızdan hareketle, sizi nelerin oluşturduğunu, bunların istaediğiniz yönde nasıl dönüşebileceğini ve dönüşüm potansiyelinizi işliyor.

Toronto Üniversitesi Psikoloji Profesörü Jordan Peterson, Kişilik ve Dönüşümleri dersi, bu konuyu tarihsel, felsefi, evrimsel ve biyolojik temellerine oturtarak size kişisel serüveninizde kullanabileceğiniz güçlü bilgiler sağlıyor.

Bu kitap, Jordan Peterson’ın kamuya açık psikoloji derslerinden derlendi ve bildiğim kadarıyla kendisi ile ilgili Türkçe’deki ilk kitap. Jordan Peterson’ın bu popüler derslerinin Youtube’da milyonlarca kez izlenmesinin bir nedeni var: Dersler arada teknikleşse de psikoloji derslerinden ziyade bir hayat dersleri. Ayrıca sürekli olarak kendinizle, başkaları ile ve başkaları ile etkileşiminiz ile ilgili bir şeyler öğrendiğiniz inanılmaz bir deneyim.

İyi okumalar.

Kişilik ve Dönüşümleri kitabını Türkiye’den satın almak için tıklayınız.

Kişilik ve Dönüşümleri Kitabını Türkiye dışından almak için tıklayınız.

Kitaptan bir bölüm: Erkekliğe geçiş ritüeli

Kitabın İçindekiler kısmına buradan bakabilirsiniz.

Sitedeki Jordan Peterson yazıları için tıklayınız.

Anahtar Kelimeler: Jordan Peterson Türkçe, Jordan Peterson Kitap, Evrimsel Psikoloji, Psikoloji Ders Notları, Beş Büyük Faktör Kuramı

Röportaj: Robert Greene

Robert Greene

— “İnsan Doğasının Yasaları” için insan doğası üzerine on yıllarca çalışıp araştırma yaptınız. İnsan doğası üzerine daha önce anlamadığınız veya insanların anlayamadığını düşündüğünüz neler öğrendiniz?

Yazması eziyet verici bir kitaptı, çünkü insanlar o kadar anlaşılması güç ve kompleks ki, ne zaman bir şey yazsam veya bir fikir bulsam derhal istisnalar aklıma gelir – “bu böyledir ama şu şekilde de olabilir” gibi. Her şeyin algoritma ve formüllerden ibaret olduğu bir bilgisayar çağında yaşıyoruz, fakat insanlar herhangi bir makina veya bilgisayardan çok daha komplekstir. Reaksiyonlarını öylece hesaplamaya başlayamazsınız. Her insan birbirinden farklı ve komplekstir fakat onları basitleştirmeye meylederiz. İnsan davranışını basite indirgeriz. Her şeyin tek bir sebebe dayandığını düşünürüz – “şunu yapmalarının sebebi budur” gibi.

Kendi davranışlarımıza baktığımız zaman, “kötü davrandım çünkü şartlar beni buna zorladı” demeye istekliyizdir. Fakat diğer insanlara bu hakkı vermeyiz. Sadece kötü biri olduklarını söyleyemeye eğilimliyizdir. İnsanları çizgi filmlere ve karikatürlere dönüştürürüz, fakat herkes hayatta son derece kendine özgü bir konumdan gelir. Bütün değişkenleri hesaba katarsanız, tarihin belirli bir anında, belirli bir sosyal tabakada, onların da kendi ailelerinden devraldıkları tuhaflıkları olan belirli bir ailede doğmuşlar ve kendi hayatları üzerinde etkileri olan farklı insanlarla karşılaşmışlardır. İki insan birbirinin aynı değildir.

Sonuçta insan doğasının yasaları üzerine bir kitap yazmak neredeyse beyhude bir uğraş ve ümitsiz bir görevdir. Kalkıştığım şeyi perçinlemeye çalışmıyorum, fakat tam da bu yüzden çok dikkatli davranmak ve her şeyi derinlemesine düşünmek zorundaydım. Benim bile insanları basite indirgediğimin farkında olduğum bir yolculuktu bu. Verdikleri tepkinin sebebinin bu olduğunu her zaman söylüyorum. Ama bu huyum değişti. Bu keşfettiğim temel şeydi.

Kitap benim için oldukça yorucuydu çünkü sadece basit konular üzerinde durmak istemedim. Sebepleri gerçekten anlamak istedim. Örneğin, narsisizmi ele alalım, narsistleri belli bir kalıba oturturuz. Onların kendilerine âşık veya sadece kendi dünyalarında yaşayan insanlar olduklarını düşünürüz. Sonra onlar hakkında teşhisler koyarız. Fakat bunlar doğru değil, konu bundan çok daha karmaşık. Her insan, doğamız gereği, narsisttir. Bununla savaşamayız. Sonuçta neden böyle olduğunu ve narsisizmin köklerini görmek istedim. Narsisizm herkes için aynı şekilde geçerli değil. Fakat bir özbenlik bilincinin olması, kendinle olan ilişkin ve bu ilişkinin seni nasıl tanımladığı, insanları yüzeysel şekilde narsist olarak etiketlemekten çok daha karmaşık bir konudur.

Stocılar, muhakeme yeteneği ve mantığın önemi, akla başvurmak ve akılcılığın önemi gibi şeylerden bahsediyorlar, fakat bariz şekilde kitabınızın teması insanların nasıl da irrasyonel ve akılsız oldukları üzerine. Bunu nasıl bağdaştırıyorsunuz?

Kitabım insanların, basitleştirilmiş bir ifadeyle, bir “alt benlik” bir de “üst benlik” taşıdıkları varsayımı üzerine kurulu. Stoacıların da benzer şekilde bunu ifade ettiklerine inanıyorum. Alt benlik bizim hayvani ve ilkel doğamız. Şempanzelerle ortak bir atadan türedik. Gözümüzün önünde olan şeye derhal reaksiyon göstermeye meyilliyiz, tıpkı bir inek veya bir köpek ya da başka bir hayvanın yaptığı gibi. Sadece havlıyoruz ve biz buyuz. Ve en az direnç gösterecek yolu seçmek için her şeyin her zaman daha kolay olmasını istiyoruz. Hepimizde doğamızın bu alt parçası var ve çok daha güçlü, fakat aynı zamanda ulaşmak için büyük çaba harcadığımız bir üst benlik var. Belki optimist bakıyorum ama herkeste üst benliğine ulaşma arzusu bulunmaktadır.

Hepimiz zaman zaman rasyonelizdir. Fakat hayatta genel olarak duygularımızın kölesiyiz. Çünkü insan beyni bu şekilde tesis edilmiştir. Mantık ve idrak kabiliyeti, beynin duyguları işleyen kısmından tamamen farklı bir yerdedir. Öfkeli olduğumuzda, bu, beynimizin düşünceleri işleyen kısmına kaydedilmiyor. Neden gerçekten öfkeli olduğumuzu hiçbir zaman bilemeyiz. Bu bilinçdışı bir yerden geliyor ve bu yüzden bunu analiz etmemizin bir yolu yok. Her zaman duygularımıza tepki veriyoruz. Sonuçta duygular önce geliyor ve düşünceler onu takip ediyor, düşündüklerimizin çoğu duygularımızı destekleme işlevi yürütüyor. Bir durumu veya insanı sevmediğimizde, bunu desteklemek için sebepler buluyoruz.

Rasyonel olmak bir idealdir. Bunun için, duygularınızdan bir adım uzaklaşabilmek ve onları analiz edebilmek gerekir, “bu şekilde hissetmek zorunda değilim ve belki de dünyada neler olup bittiği benim düşündüğüm gibi değildir” diyebilmek gerekir. Meditasyon yaparken, hissettiğim şeylerin dünyada gerçekten olan bitenle bir ilgisi olmadığı düşüncesine kapılırım. Dünya dediğimiz, milyonlarca, milyarlarca yıldır var olan bu yerdir. Hayat devam etmektedir. Her şey değişir ve hiçbir şey kalıcı değildir, ve duygularımın gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktur. Duygular ve gerçeklik iki ayrı dünyadır. Sokrates bilgisizlik varsayımıyla başladı. Merak ediyor ve sorguluyordu, Sokratesçi bilgeliğin ve Sokratesçi metodun kaynağı budur.

Gerçek hayatta böylesi bir rasyonelliğe başvuran, bilgisizlik varsayımından başlayan kaç kişiyi şahsen tanıyorsunuz? “Bu fenomeni tam olarak anlamıyorum. Aslında yanılıyor olabilirim. Tüm fikirlerim yanlış olabilir. Her birinde kendimi eğitmem gerekiyor.” diyen kaç tane insan var? Son derece nadir. İnsanlar bin tane andan sadece birinde böyle bir rasyonelliğe başvurur. Bu şekilde düşünenlere örnek gösterebileceğimiz, Abraham Lincoln gibi insanlar, tarihte çok nadir bulunur. Sonuçta, rasyonel olduğumuzu sandığımız fakat aslında öyle olmadığımız, yine de rasyonelliğin ulaşmayı arzuladığımız bir ideal olduğu fikriyle konuya başlamak istiyorum.

Marcus Auerlius
Marcus Auerlius

Marcus Aurelius’un sıklıkla bahsettiği şeylerden biri de sizi çıldırtan insanları anlamaya çalışmak. Onların doğasını ve motivasyonlarının ne olduğunu kavramak. Biri size bir şey yaptığı zaman, aynı şeyi sizin de daha önce başkalarına yaptığınızı düşünmenizden bahsediyor. Kitabınızda buna benzer bir yorumla empati kavramından bahsediyorsunuz. Bu kavram neden bu kadar önemli? Size nasıl bir faydası var?

İnsan doğasının temel yasasından başlayalım. İnsan doğasının temel yasasının ne olduğunu söylemem gerekseydi, insan doğasının temel yasasının insan doğasını inkâr etmek olduğunu söylerdim. Bu yasalara tabi olduğumuzu inkâr etmek. Daima aksi yönden düşünür ve “Ben mantıksız değilim, ben saldırgan değilim, kıskanç değilim, narsist değilim” deriz. Sorun Cumhuriyetçilerdedir, Spartalılardadır ya da Ethiopyalılardadır, saldırgan ve mantıksız olanlar onlardır. “Ben? Hayır.” Bu içimizde kökleşen pis huydan kurtulmanız için uğraşıyorum aslında.

Gerçek şu ki aynı kaynaktan, ufak sayıda bir grup insandan evrimleştik. Beyinlerimiz temel olarak aynı, birbirine benzer şekilde kodlanmış durumda. Duygusal düzlemde, dünyayı, avcı-toplayıcıların algıladığına benzer şekilde algılıyoruz. Bu açıdan çok az şey değişti. Eğer aynı kaynaktan geliyorsak, neden insanların sadece az bir kısmı mantıksız veya saldırgan olsun ki? Hepimiz aynıyız. Stoacılar bundan bahsediyor, logos’tan. Logos “her şeyi birleştiren (anima mundi)” anlamına gelir. Bu da insan doğasının logos’udur. Marcus Aurelius’un favori deyişlerimden biri de şudur: “Kovana zarar veren şey arıya da zarar verir.”

Hepimiz birbirimize bağlıyız ve hepimiz aynı doğaya sahibiz. İşin uygulama kısmı bunu diğer insanlarda da görebilmek. Örneğin, onların şartlarında bulunsaydınız, onların anne-babasına, onlara has yaşam tecrübelerine sahip olsaydınız, muhtemelen onların davrandığı gibi davranıyor olacaktınız. Bu farkındalık size bir nebze alçak gönüllülük katacaktır.

Kolay değil. Bunu anlamak çaba gerektirir, çünkü doğal olarak kendimizin üstün olduğunu var sayarız. Kendimizi başkalarından ayırırız. “Ben daha zekiyim, ben daha ahlâklıyım, ben daha rasyonelim, ben daha iyi görünüyorum, ben doğru kişiye oy veriyorum” diye düşünürüz. Bu o kadar kökleşmiş ve fena bir şey ki, kendim şahsen bundan dolayı suçluyum; bu daha önce bahsettiğim üst benliğe giden yoldaki başlıca engeldir.

— Birkaç hafta önce bir sürpriz yaşadınız, ölümcül olabilecek bir felç geçirdiniz. Bu muazzam bir engel. Ve tam da kitabınızı yayımlamaya başlarken. Engellenmek, hayal kırıklığı ve korkuyla nasıl başa çıktınız?

Elbette kolay değil ve bunu yaşayanlar muhtemelen anlayacaktır. Sabırsızlık ve engellenme hissi çok kuvvetliydi. Sol elimin serçe parmağını kımıldatmayı öğrenmek 200 pound bench-press yapacak kadar bir efor gerektiriyor gibiydi, şaka yapmıyorum. Serçe parmağımı kaldırmaya çalışıyorum ve ter içindeyim, o kadar zor ki gittikçe sabırsız, yılgın, kızgın bir hale geliyorsunuz ve kendinizi suçluyorsunuz. Neden bu benim başıma geldi? Veya eğer böyle bir şey olmasaydı diyorsunuz. Ama hayat böyle değildir.

Ve kitabımın açısından bakarsak, okuyucuyu suçladığımı söylemiyorum. Okuyucunun narsist veya kötü biri olduğunu söylemiyorum. Belli durumlara belli tepkiler vermenin doğal olduğunu söylüyorum. Toksik bir insanla veya benimki gibi kötü bir durumla uğraştığınız zaman, kendinize acımak, neden ben demek, yılgın ve sabırsız hale gelmek doğaldır. Fakat tüm kitaplarımda bahsettiğim süreç, bunun ötesine geçip kendinizi analiz etmeniz ve “böyle olmak zorunda değil” diyebilmenizdir, böylece başka bir yüksek gaye edinmenize ön ayak olabilirim.

Muazzam miktarda bir sabırsızlığa karşı mücadele ediyorum, çabalıyorum ve bazen onun karşısında mağlup oluyorum. Daha önce hiç böyle bir şeyle uğraşmak zorunda kalmamıştım çünkü her zaman sağlıklı ve fiziksel olarak aktif bir insan oldum. Bu yüzden bu oldukça can sıkıcı ve aşağılayıcı, bu tür bir sorunla başa çıkmakta sandığım kadar iyi değilmişim.

Felç geçirdiğimde hastanedeydim ve gayet pozitif bir tutumum vardı, başlangıçta iyi yönde tepki veriyordum. Fakat sonra haftalar geçtikçe, yürüyemedikçe veya kendi kendime idrara çıkamadıkça, bu oldukça aşağılayıcı bir hal aldı. Halen bunun üzerinde çalışıyorum.

— Kitabınızda ölüm hakkında bir bölüm var; ölümü ya tümden inkâr edişimiz ya da ona son derece kaygılı bakmamızdan söz ediyorsunuz. Marcus Aurelius, Seneca ve Epictetus’un bahsettiği şeylerden biri de faniliği kabullenmek ve böylece onunla tanımlanmamak. Kitapta bunun hakkında neler söylüyorsunuz, neden bunu yapmamız gerekiyor?

Orası kitabımın son bölümü. Bütün kitaplarımda son bölüm en önemli bölümdür. Ölüm korkumuzun sadece bir ölüm korkusu olmadığını söylemeye çalışıyorum. Bu, olduğumuz her şeye sirayet ediyor. Yaşam korkusuna yol açıyor. Bu gizli, kronik anksiyete faniliğimizle yüzleşebilme acziyetimizden kaynaklanıyor. Ölümü inkâr etmenin had safhada olduğu bir kültürde yaşıyoruz. Ölümden korkmak insanlar için tabiidir, kim korkmaz ki?

Fakat ilkel insanların bu korkuyla başa çıkabilme yöntemi dinleri icat etmekti. Dinleri alçaltmıyorum, öyle biri değilim, dinlere büyük saygım var, fakat ölümden sonra hayat, mitoloji ve ritüeller bu şoku yumuşatma amacını taşır. Eğer bir cennetin var olduğuna veya ölümden sonra bir şeyler olacağına inanırsanız, ölüm daha az nahoş bir hal alır.

Son derece insani bir dürtü olan ölüm korkusu ezici derecede korkunç bir düşüncedir, fakat biz rasyonel ve modern insanlar bu tür batıl şeyleri artık geçmişte bıraktığımızı düşünürüz. Gerçekte yaptığımız tek şey ise inkârın başka bir türlüsünü yaratmaktır, süper kahramanın 30 kişiyi öldürdüğü bir filmdeki gibi ölümü karikatürize etmek ve böylece ölümü anlamsızlaştırmak. Adeta bir çizgi film gibi, öldürdüğümüz hayvanları veya sokaklarda ölen insanları asla görmeyiz.

Bütün hayatımı göz önüne alırsam, 60’ıma yaklaşırken, sadece tek bir insanı ölürken gördüm, o da babamdı. Geçmiş çağlarda ise, ölüm her taraftaydı. Bütün ailenizin ölümünü görürdünüz, sokaklarda ölümü görürdünüz, ölümün farkındaydınız. Şiddetli bir inkâr içindeyiz, ölümü reddettiğinizde yaşamı da reddedersiniz çünkü ikisi birbirine eşlik ederler. Söylemeye çalıştığım şey şu ki, böyle bir engele sahibiz. Ölüm korkunuz onun ötesine geçmemize engel oluyor. Kendinizi ölümün ötesine geçebilecek şekilde hazırlamak ve ölümün gözünün içine bakmak olağanüstü derecede özgürlük verici bir his.

Death
Memento Mori

Bu, devasa bir okyanusun kıyısında durmaya benziyor. Karanlık okyanusa duyduğunuz korkudan dolayı geri çekiliyor ve ona sırtınızı dönüyorsunuz. Bense sizden küçük teknenize binip okyanusa açılarak onu keşfetmenizi istiyorum. Ve nasıl keşfedeceğinizi söylüyorum. Kendi faniliğinize bakın. Ölüm ile derinde yatan bir bağ hissedeceksiniz.

Meditasyon yaparken şunu düşünürüm, Samuray savaşçılarının yaptığı gibi: Onlar ölümün yerinin Hara(miğde) olduğunu düşünmüşlerdir ve bu Seppuku’nun bir parçasıdır. İntihar ederlerken, ölümün yeri miğdedir, böylece kendi ölümünüzü tam manasıyla kendi bedeninizde hissedersiniz. Bazen de uyuyakaldığınız veya bilincinizi yitirdiğiniz anlarda bunu hissedersiniz. Böyle anlarınız vardır. Sizden, korkmamanızı, gözünün içine bakmanızı ve o okyanusu keşfetmenizi istiyorum. Ve bunun için alıştırmalar veriyorum. Bu temel korkuyu aşmak için kendinizi zorlamak olağanüstü bir güç ve terapidir, çünkü ölüm korkusu yüzbinlerce yıldır insanlığa azap veren şeydir. Bizi sapkın bir şeye dönüştürmüştür ve bunun üstesinden gelmek özgürlüğün nihai formudur. Kitabın sonunda Montaigne’den yaptığım bir alıntı var: “Ölüm korkusunu yenmedikçe özgürlüğün anlamını bilemezsiniz.”

Ölüme yakın tecrübeler yaşamış insanların yazdıkları kitaplar vardır ve ben onları büyüleyici bulmuşumdur. Fakat hepimiz kendi yaşamımızda buna benzer tecrübeler yaşamışızdır. Bir insana elveda derken, bu da biraz ölüme benzer çünkü onu bir daha hiç göremeyebilirsiniz.

Öte yandan, ölüm empatiyi geliştirmek için nihai vasıta olmalıdır. Böyle bir alıştırmam var. New York’tayken yapmıştım ve oldukça güçlüydü. Her tarafta birçok farklı yerden gelen yığınla insanın olduğu New York’ta yürürken herkesin ölümünü hayal ettim, onları kendi ölüm korkularıyla yüzleşen biri gibi gördüm. Tıpkı Xerses’in kendi ordusuna bakarak “Şu insanlara bak, hiçbiri yüz yıl sonra hayatta olmayacak.” demesi gibi.

Kalabalığın ortasında insanlara bakmak onlarla entelektüel seviyede olmayan derin bir bağ kurmanızı sağlar ve bu çok güçlüdür. Böylece, faniliği bir realite olarak görmek (memento mori), onu midenizde ve derinde bir şey olarak addetmek, insanlarla ve hayatla daha derin bir bağ kurmanızı ve hayatın ne kadar kıymetli olduğunu anlamanızı sağlar.

— Ölümden olabildiğince kaçınmak veya onu tamamen ortadan kaldırmak şeklindeki günümüz Silikon Vadisi saplantısı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bence bu aptallık ve buna yıllardır karşı çıkıyorum. Bu var olan tek gerçeklikten kaçmaya benziyor. Gerçekliğin ne olduğunu tartışabiliriz. Kendi gerçekliğimiz vardır. Bizim gerçekliğimiz bir yarasanın veya sineğin gördüğü gerçeklik değildir. Yankıya dayanarak yer-yön belirleyemeyiz. Her yaratığın kendi gerçekliği vardır. Fakat söyleyebileceğimiz tek bir şey varsa, o da nasıl doğduysak öyle öleceğiz. Bunu inkâr etmek ve buna karşı savaşmak insan aptallığının nihai formudur ve insan doğasına hakarettir, sanki doğanın üstesinden gelebilecekmişiz gibi. Doğayı aşamazsınız, doğa sizi tanımlar.

Kitapta sizi tanımlayan 18 tane yasa var. Sen busun ey okuyucu. Bundan kaçamazsın. Kıpırdayıp kaçmak istiyoruz, “ben saldırgan değilim, ben mantıksız değilim” demek istiyoruz. Hayır, kusura bakma, unut bunu. Biz buyuz. Bundan kaçış yok. Tıpkı bir koyunun veya keçinin belli durumlarda belli şekilde davranması gibi, biz de kendi hayvani doğamızla tanımlandık. Biz daha komplikeyiz, ama bundan kaçamayız. Biz buyuz.

Yani ölümden kaçma ve yaşamı uzatma konusu – öncelikle, kim 150 yıl yaşamak ister ki? Hayat zorluklarla dolu. Ölmek istemiyorum, ama tanıdığım herkesin yok olduğunu görmeyi ve bir yığın yabancının arasında yapayalnız olmayı da istemiyorum. Bir ailem var, öyleyse neden 100 yıl, 500 yıl yaşamayı isteyeyim? Bu bir kâbus olurdu. Ölüm bir gerekliliktir, bir senettir. Ölürsünüz çünkü sizden sonra başka insanlar yaşayacaktır.

Daha fazla enerji tüketmeye, yeryüzünde daha fazla yer kaplamaya devam mı edeceksiniz? 8 milyar yerine, şimdi yeryüzünde 15 milyar insan mı olacak? Bu ne tür bir çılgınlık? Bu aptallığın ve çılgınlığın son raddesidir. Bundan nefret ediyorum, beni daima öfkelendirmiştir.

— Kitaplarınıza yöneltilen eleştirilerden biri de, etik dışı olmaları, güç, başarı ve baştan çıkarıcılığın peşinde koşmanın felsefi, iyi ve ahlaki bir yaşamla uyumsuz olduğu savı. Bu eleştiriler hakkında ne diyorsunuz?

Bu yeni kitabımda işleniyor. Biz buyuz. Bu kitap Gücün 48 Yasası kadar Makyavelist değil, bu nedenle insanlar “Robert, biraz yumuşadın” diyebilirler. Hayır. İnsanlar güç ister.

İnsanlar, kontrol edebilme gücünden yoksun hissetmeyi sevmezler. Dolayısıyla kitaplarımın etik olmadığını düşünebilirsiniz, veya güce sahip olma ve insanları manipüle etme dinamiğinden kendinizi her nasılsa kurtarmışsınızdır. Ama bundan kaçamazsınız çünkü kendi doğanıza hapsolmuş durumdasınız. Olduğunuz kişiye hapsolmuş haldesiniz. Yaratıldığınız halin kapanına kısılmış durumdasınız.

İnsanın en temel gereksinimlerinden birinin başka insanlara etki etmek olduğunu söyleyen psikologlar vardır. Çocuklarınıza, eşinize, meslektaşlarınıza ve etrafınızdaki dünyaya etki edememe hissi büsbütün bir ızdıraptır. Güce sahip olmak isteriz. İnsanları etkilemek isteriz. İnsanları baştan çıkarabilmek isteriz. Bir eş bulmak ve onu büyülemek isteriz. Kaderimize hükmetme gücü isteriz. Dolayısıyla kitaplarım etik dışı değildir. Gerçeği anlatır. Kitaplarım gerçekçidir ve ben bu tür eleştirileri bir kompliman veya onur nişanı sayarım.

Red Pill & Blue Pill

Bu gibi inkâr ve saçmalıklarla dolu bir dünyada yaşıyoruz. Televizyon izlediğinizde ya da televizyondaki şovlar ve reklamlarla dünyayı tüketen insanlara baktığınızda gördüğünüz şey koca bir saçmalıktır. Her şey hakikati, gerçeği reddetmek üzerine kuruludur. İnsanlar dünyada gerçekten neler olup bittiğinden kaçmakla meşguldür. İnsanların kendi güce aç, manipülatif, saldırgan hayvani doğalarının gözünün içine bakmalarını istiyorum. İnsanların içlerinde iyi kalpli bir melek var olduğuna ve aydınlanmış olduklarına inanarak bu gerçekten kaçmalarını istemiyorum.

— Lafı ağzınıza tıkmak gibi olmasın ama 48 yasanın hepsini uygulamamız gerektiğini söylemiyorsunuz. Düşmanlarımızı yok etmek zorunda olmasak da bu dinamiğin farkında mı olmak zorundayız?

Evet bu eleştirinin farkındayım, “düşmanını tamamen yok et” mevzusu. Herkes bunu öne sürebilir. Bunun bir licentia poetica olduğu bariz. Çıkıp size düşmanınızı tamamen yok etmenizi söylemiyorum. Bu sadece belli bir durum için geçerlidir.

Açıklamam gerekirse, örneğin Facebook, Amazon veya diğer Silikon Vadisi şeylerine bakın. Öncelikli motivasyonları nedir? Rakiplerini tamamen ortadan kaldırmak ve düşmanlarını tamamen yok etmek. Böylece rekabet edebilecekleri hiçbir şey kalmaz. Büyük işlerin arkasındaki monopolcü güdü budur. İnsanlık adına üzgünüm ama bunun adı “düşmanını tamamen yok et”tir. Bu iş dünyasındaki asıl unsurdur.

Bunu savunmuyorum. Sadece dünya böyle bir yerdir diyorum ve bunu anlamak zorundasınız. Sıfır toplamlı bir oyunun adamı olduğumun farkındayım, ama size çıkıp bu yasaları kullanın demiyorum. Bunların farkında olun diyorum. Bu, inkâr içinde olmamakla, kendi doğanızı reddetmemekle ilgilidir.

Zihnimde taşıdığım belirli bir “ideal insan” vizyonu var. Bu kendisiyle barışık olan bir insandır. Bu insan, bir melekmiş gibi davranmaya, her şeyi biliyormuş, şu veya bu konuda üstünmüş gibi davranmaya ihtiyaç duymayan insandır. Kendi hataları, zaafları ve kusurlarıyla barışık olan insandır. Bunlar, bu ideal insanın tamamlayıcı unsurlarıdır. Lincoln ve Pericles gibilerini bunu bünyesinde taşıyan kişiler olarak düşünebilirim.


Daily Stoic – The Laws Of Human Nature: An Interview With Robert Greene, çeviri: Yin

Robert Greene: 1959 doğumlu Amerikalı yazar. Gücün 48 Yasası, Baştan Çıkarma Sanatı, 33 Stratejide Savaş, 50.Yasa, Ustalık kitaplarının yazarıdır. 6 yıldır üzerinde çalıştığı son kitabı İnsan Doğasının Yasaları'nı yayınlamadan önce 2018 Eylül'ünde ağır bir felç geçirdi ve sol kolu ile sol bacağı geçici olarak paralize oldu.

Çevirenin notu: U.G. Krishnamurti, Alan Watts, Jaggi Vasudev, Richard Feynman videoları, konu üzerinde farklı açılardan derinleşmek isteyenler için röportajı çevirirken eklediğim bonuslardır.

Alfa siker, beta öder

Kırmızı hap çevrelerinde kadın hipergamisini kısaca belirtmek için kullanılan meşhur bir atasözü ile sıkça karşılaşacaksınız : “alpha fucks, beta bucks” ya da “alpha fux, beta bux”. Bunun Türkçe tercümesi “Alfa siker, beta öder”.

Bir kadının çiftleşme stratejisi iki amaca sahiptir. Birincisi, kendisine ve çocuklarına bakılması / güvenliktir, ikincisi de iyi genetik materyale sahip çocuklar yapmaktır. Bunlar kadınların bilinçli planladıkları ve sinsice yürüttükleri stratejiler değildir, genetik kodlarına evrimce işlenmiş bilinç altı algoritmalardır.

Tarih öncesi avcı – toplayıcı toplumlarda iyi sağlayıcı olan erkekler aynı zamanda iyi genetik materyale sahip alfa erkeklerdi. Sürünün en iyi avcıları aynı zamanda sürünün en atletik ve gözüpek erkekleri idi. Orman kanunlarının hüküm sürdüğü bu upuzun (takriben homo sapiens’in 250 bin yıllık serüvenin bir 240 bin yılında) dönem boyunca, kadınların alfa erkeklerle olmayı (gerektiğinde aynı erkeği başka erkeklerle paylaşmak pahasına), beta erkeklerle birlikte olmaya tercih ettiler. Bunun en önemli kanıtı genetik araştırmalardan geliyor. Tarih boyunca yaşamış erkeklerin sadece 40%ı genlerini bugüne aktarabilmişken bu oran kadınlarda 80%.

Fakat yerleşik, modern zamanlarda yukaridaki dinamik altüst oldu. Avcı -toplayıcı toplumlarda genlerini bir sonraki nesle aktaramayacak olan bu beta erkekler muhtemelen sadece kendilerine yetecek kadar yemekle yaşayabiliyor ve en azından yan gelip yatmanın tadını çıkarıyorlardı. Fakat, avcı – toplayıcı toplumların aksine büyük insan gücüne ihtiyaç duyan gelişmiş toplumların,bu betaları daha üretken yapmaları gerekti. Bir erkeği, böyle bir toplumun geleceğini dert etmeye, çok çalışmaya ve çalışıp kazandığının çoğunu topluma bırakmaya zorlayan tek çalışır yöntem ise tek – eşli, evlilik temelli aile oldu. Fakat bu durumda, kadınları bu betalarla evlenmeye itecek baskılar, töreler geliştirilmek zorunda kalındı. Feminizm öncesi toplumların kadınlar üzerinde bu kadar baskı kurması, erkekler için aile kurumunu kurmak ve çekici kılmaktı.

Günümüzde erkekler genel olarak iki uç kategoriden birine giriyor : bir grupta kadınları hediyelere ve çiçeklere boğan, istikrarlı efendi çocuklar var. Bunlar kadınlarına iyi kaynaklar sağlayacak kariyerlere sahipler ama yeterince erkeksi ve dominant değiller. Bu erkeklere, manosphere’de genelde beta deniliyor. Diğer grupta ise “kötü çocuklar” ya da piç adamlar var. Bu erkekler kadınla yatıp bırakan, kadınlara görece kolayca ulaşan erkekler. Her ne kadar erkeksi ve dominant olsalar da, kadınlara uzun süreli kaynak ve güven sağlayacak erkekler değiller (ya bu kaynaklara sahip değiller, ya da sahip olsalar bile bunu bir kadına yedirmeye niyetli değiller).

Not : Tanıdığınız kötü çocukları ve efendi çocukları ormana koyduğunuzu hayal edin. Muhtemelen kötü çocuklar efendi çocuklara göre daha iyi avcılar olacaktır ve böyle bir ortamda kötü çocuklar hem genetik materyale hem de kaynaklara sahip olacaktır. Fakat modern toplumlarda efendi çocuklar kaynak edinmeye daha müsait işlerde çalışırken kötü çocuklar görece daha az kaynağa sahip oluyorlar. Fakat milyonlarca yıllık gen havuzu son 4000 – 5000 yıllık toplumsal değişime aynı hızda adapte olamadığı için, kadınların cinsel seçim algoritması hala kötü çocuklara arzu duyuracak şekilde çalışıyor.

Birçok kadın, kendilerine kaynak sağlayacak, istikrarlı bir efendi adamla evlenir. Bu arada da fırsatları olursa, karşılarına çıkan kötü çocuklarla da seks yaparlar. Böylece hem güven isteyen, hem de iyi gen isteyen taraflarını doyururlar. Peki aşk, sadakat, sevgi? Bunlar her kadına ve erkeğe uygulayacağınız, herkeste olan ulvi şeyler değil.

Kadınların hipergami dürtülerinin baskı altında tutulduğu töre merkezli baskının kalmadığı cinsel devrim sonrası modern toplumlarda alfa erkek olmak ne kadar güzel ise, bu tür günümüz toplumlarında beta erkek olmak da o kadar kötü. Bu toplumlardaki birçok genç kadın, güzelliklerinin doruklarında alfalarla parti yaparak geçirirken, bir yanda da friendzone’da beta biriktiriyor. Belli bir yaştan sonra ise alfalar için daha genç kadınlarla rekabet edemeyeceklerini anladıklarında ise bu betalardan en uygununu kafalayıp evleniyorlar. Özellikle bugün bazı Batılı toplumlarda ve gruplarda kadınların önemli bir kısmı, gençken alfalardan çocuk peydahlayıp sonra bir beta ile evlenerek kadın hipergamisini başarmış oluyor (iyi genleri ve kaynakları aynı anda al). Ya da aslında sosyal devlet sağolsun, bu çocuklara kaynak aktarımını devletin sosyal yardımları üzerinden yapıyorlar (bugün ABD’de mesela, siyahi toplumda çocukların sadece %30’u evli çiftlere doğuyor). Hatta daha da kötüsü, kadınların yaklaşık 3% kadarı (bu oran sosyo ekonomik seviye arttıkça 1%lere, azaldıkça 20%lere gidiyor) alfanın birinden gizlice çocuk, betanın birine bu çocuk kendisininmiş gibi yetiştiriyor.

Bunlar sosyolojik boyutlar. Peki bireysel boyutta bu ne anlama geliyor veya siz bu bilgiyi nasıl kullanacaksınız? Öncelikle bunu duyar duymaz kötü çocuk olacağım hevesine kapılmayın, iyi çocuğun (betanın) ilacı, kötü çocuk olmak değil. Hem maskülen, çekici ve yüksek statülü bir alfa olup, hem de güvenlik ve kaynak sağlayacak bir erkek olmak en iyisi.

Eğer siz beta erkek olursanız, illa aldatılırsınız, karınız başkasına kaçar diye bir şey yok. Bu riskler daha yüksek ve riski azaltmak için betalıktan kurtulmalısınız ama asıl önemlisi, beta erkek bir kadınla beraber olduğunda, alfa erkek olmamasının eksikliğini sürekli “ödeyerek” kapamak zorunda kalır. Ödeme derken sadece paradan bahsetmiyoruz. Daha fazla ilgi, zaman, kaynak, duygusal yatırım ile ödemek zorunda kalır. Bu her ne kadar sıklıkla bir kadını ilişkide tutmaya yetebilse de, kadının erkeğe arzu duymasını engeller ve erkek kadını ile ödediği sürece beraber olur ve daha da kötüsü kadınıyla al-ver seksi (kadının erkeği ilişkide kalsın da ödesin diye lütfedip yaptığı düşük arzulu, alışveriş seksi) yapar.

Siz yeterince alfa bir erkekseniz, kadınınız size arzu duyacaktır ve sizden daha iyisiyle karşılaşsa bile, eldekini kaybetme riskini göze alamayacağı için pek bir sorun yaşamazsınız. Ya da alfa erkek olursanız, dürtülerine daha fazla hakim olabilen bir kadın seçebilirsiniz (seçenekleriniz olduğu için) ve bu kadının da riski daha az olacaktır.

Siz yeterince alfa bir erkekseniz, ilişkiniz boyunca erkek tarafı kalmayı başarırsınız (dominant, duygusal yatırımı daha az, hedefleri olan, duygusal olarak güçlü) ve bu da kadını feminen olmaya itecektir.

Kısacası arkadaşlar, kırmızı hap camiasındaki bu deyişi, “kadın kesin arkandan alfalar ile sikişir” gibi bir mankafalılıkla ve negatif ile okumayın. Bu sözün ortaya çıkış amacı, size “sen ne kadar alfa isen, o kadar az ödemek zorunda kalırsın” diye sizi alfa erkek olmaya teşvik etmektir.

Bana sorularınızı uygun yazı altında sorabilirsiniz, benimle görüşme ayarlayabilirsiniz ya da ilişkiler setimize bakabilirsiniz.