Jordan Peterson’un ders verirken karanlık taraf ile ilgili konuştuğu kısım (Türkçe alt yazılı).
Berbat bir hikaye anlatabilirler ve bu değerli olabilir. Çünkü; dünyaya nasıl bakmaman gerektiğini gösterebilir. Bakış açınızı ve rolünüzü.
Olumlu bir hikaye de yararlı olabilir. Bu nedenle; korkunç, psikopat insanların hikayelerini izleriz. Onlar gibi olmamayı öğrenme ümidiyle.
Gerçi bunda, başka avantajlar da var. Kötülük (*) yapamayacak birisinin, kötülük yapabilecek birisinden daha iyi olduğunu söyleyebilirsiniz. Ve ben bunun -Jung’cı düşünceye göre de bu böyledir- yanlış ve tehlikeli bir düşünce olduğunu söylerim.
Çünkü; kötülük yapabilecek birisi değilseniz, yapabilecek herkesin kesin kurbanı haline gelirsiniz.
Yani insanların, kötü insanların hikayelerini izlemenin sebeplerinden biri de bir taraflarının, içlerinde ki canavarla birleşmek istemesidir.
Onlara karakter ve öz saygı veren bu canavardır. Çünkü zarar verebilir hale gelmeden önce kendine saygı duymak imkansızdır. Güçlenir ve bir şekilde tehlikeli olduğunu görürsen yada cidden tehlikeli, kendine saygı duymaya başlayabilirsin. Başkaları da bunu yapar.
Demek istediğim; ”kötü olmak, olmamaktan daha iyidir” değil. Demek istediğim; kötülük yetisine sahip olup, kötü olmamak, kötülük yetisine sahip olmamaktan daha iyidir.
Çünkü birisinde; zayıf ve naifsin. Ama diğerinde; tehlikelisin ama bu kontrolün altında.
Bilirsiniz, bir çok savunma sanatı bunu felsefesi haline getirmiştir.
”Seni dövüşmen için eğitmiyoruz seni gözünü açman ve huzurlu olman için eğitiyoruz ama kavga etmek zorunda kalırsan…
Ayrıca dövüşme konusunda kendine güvenin varsa bu kavgaya girme ihtimalini düşürür. Çünkü birisi seni zorladığında kendinden emin bir şekilde tepki verebilirsiniz. Zorbalara karşı hep işe yarar. Genelde, yeterli derecede özgüven göstererek -ki bu üstünlük göstermeye eşdeğerdir- zorbayı vazgeçirebilirsiniz.
Yani, içinizde ki canavarla geliştirdiğiniz gücünüz; huzurunuz için en iyi garantidir. Jung’ın, insanların gölgeleriyle birleşmeleri gerektiğine inanmasının bir sebebi de bu. Ve ”Bunu yapmaya çalışmak korkunçtur. Çünkü; insanın farkına varmak istemediği tarafı olan gölgesi, cehenneme kadar uzanır.” der.
Demek istediği kendi gölgeni analiz ederek, başkalarının ve kendinin neden, 20. yüzyılın karakterini oluşturan berbat vahşetleri yapabileceklerini anlayabilecek olman. Ve bu anlayışa sahip olmadan, onu kontrol altında tutamazsın.
Mesela Nazi Almanyasını yada Stalin kontrolünde ki Sovyetler Birliğini araştırıp kendinize ”Bunlar nasıl insanlardı?” sorusunu sorarsanız. Kurbanlardan bahsetmiyorum, suçlulardan bahsediyorum. Cevap, senin gibi oldukları olur ve bunu bilmiyorsan, nedeni; kendin de dahil olmak üzere, insanlık hakkında hiçbir şey bilmemendir (**). Durum buysa; neden senin gibi olduklarını öğrenmen gerekir. Ve inanın, bu eğlenceli bir şey değil.
Bu, insanlarda travmaya neden olabilecek bir şey ve bu nedenle yapmıyorlar. Aydınlanmaya giden yolun, nadiren yürünmesinin bir sebebi de budur. Bu yol sadece, huzurunu takip edip seni mutlu yapan şeyleri yapmaktan ibaret olsaydı, dünyada ki herkes bilgeliğin kusursuz örneği olurdu ama durum bu değil.
Durum; karşılaşmayı isteyeceğin son şeyle karşılaşmak. Bu herkesde var.
Şovalyelerin kutsal kaseyi aradıkları bir Kral Arthur hikayesi var. Bu kase ya son akşam yemeğinde kullandığı kase yada çarmıha gerildiğinde kanının içine döküldüğü kase.
Hikayeler değişiklik gösteriyor ama kase basitçe, anka kuşu gibi, değişimi sembolize eden kutsal bir obje. Bir fikir.
Eşit oldukları için yuvarlak masada oturan Arthur’un şovalyeleri, en değerli objeyi bulmaya çalıştılar.
En değerli şeyi bulmak için nereye bakarsın?
Şövalyelerin her biri kaleyi çevreleyen ormana gittiler ve kendilerine en karanlık görünen noktadan ormana girdiler.
Bu iyi bir ders.
Çünkü bilgeliğe ve tamamen aynı şey olan kişisel değişime giden yol kesinlikle yürümek istemeyeceğin yol.
Bunun nedeni oldukça teknik. Bu da Jung’cı bir varsayım.
İçimizde gelişmemiş bir sürü şey var ve bunun nedeni onlara bakmaktan kaçınmamız. Çünkü onları görmek istemiyoruz. Ve geliştirmekten kaçındığın kısımlar var çünkü o kısımları geliştirmek zor.
Yani istediğin şeyin, bakmak istemediğin yerde olması, gerekiyor.
Çünkü oraya sakladın.
Bu durumun herkes için farklı olmasının sebebi de bu.
Senin aydınlanma ve dehşet alanın, başkasınınkiyle aynı olmayacak. İkisinin de aydınlanma ve dehşet alanı olması dışında. Yani, bir analitik seviyede eşitlerken, diğerinde farklılar.
Herneyse. Kurguya ve işlevine dönecek olursak gerçeği damıtır ve karma karakterler oluştururlar ve ne kadar karışık olurlarsa o kadar, mitolojik karakterlere benzerler. Bunun sonucunda, daha evrensel olurlar ve daha çok dini ilahlara benzemeye başlarlar ama bunun sonucunda kişisel tecrübeden uzaklaşmaya başlarlar. Bu nedenle edebiyatta, karakterini normal bir insandan fazlası ama bir tanrıdan daha azı yapabileceğin dar bir alan var. Seksenlerde süpermenin başına gelenler gibi.
İki tanrısal, iki de dünyalı ebeveyni vardı ve Harry Potter gibi kimsesizdi.
Oldukça yaygın bir tema. Süpermen ilk başta sadece, binaların üstünden zıplayabiliyordu belki bir lokomotifi durdurabilirdi ama 80’lere doğru gezegenlerle hokkabazlık yapmaya, hidrojen bombaları yutmaya başladı.
Herşeyi yapabilirdi. İlginçliğini kaybettiği için insanlar çizgiromanı almayı bıraktı.
Korkunç bir şey olur ve süpermen düzeltir.
Başka bir şey olur ve süpermen düzeltir.
Bu sıkıcı.
Öyle bir arketipe döndü ki, basitçe her şeye kadir tanrı gibiydi.
Ve bu hiç eğlenceli değil. Tanrı kazanır, sonra tekrar kazanır…
Bu nedenle onu kriptonitle zayıflatmaları gerekti. Yeşil kriptonit onu hastalandırdı.
Sanırım kırmızısı onu mutasyona uğratmıştı.
Pek iyi hatırlamıyorum. Her neyse.
Anlatılacak bir konu olsun diye karakterine zayıflıklar getirdiler.
Ve bu üzerine düşünülmesi gereken bir şey.
Bunda derin bir varoluşsal ders var.
Varoluşun sınırlı, hatalı ve narin.
Ufak bir lambanın içinde ki dahi olan cin gibisin.
Sınırsız potansiyelin var ama ufacık bir yaşam alanına sıkışmış halde.
Alaaddin’de cini oynarken Robin Williams’ın dediği gibi.
Ama sınırlarınız olması gerçeği; hayatınızın anlamının o sınırları aşmak olduğu anlamına geliyor
ve eğer sınırların olmasaydı bir konu olmayacaktı. Belki hayat da olmayacaktı.
Yani, belki de kusurlu ve yetersiz olduğumuz gerçeğini kabullenip, bunu varoluşun bir gerekliliği olarak görmemiz gerektiğinin bir nedeni de bu.
En azından mantıklı bir fikir.
(*) Kötü : Bu konuşmada ”kötü” olarak çevirdiğim her yerde ”cruel” kelimesi kullanılıyor. Kelimenin tam çevirisi ”zalim, gaddar veya yırtıcı” olmasına rağmen burada kötülük yapabilmekten bahsedildiği için kötülüğü kullandım.
(**) Jordan Peterson bunu şöyle açıklıyor : İnsanlar Nazi Toplama kampları ile ilgili filmler izlediklerinde o ortamda olsalar Oskar Schindler gibi davranacaklarına inanmaya meyillidir ama hayatlarını oracıkta alabilecek şeytana karşı durabilen böyle kahramanlar binde birdir. Çoğu öyle bir ortamda, Zimbardo Deneyinin de gösterdiği gibi, o kamplardaki acımasız gardiyanlara dönüleceklerdir. Öyle bir durumda zorba gardiyana dönüşmemek için gölgenle çok daha önceden karşılaşıp onun farkındalığı ile aydınlanmış biri olman gerekir.