Daha İyi Bir Yaşam İçin Psikoloji ve Nöron Bilimi Temelli Pratik İpuçları Kitap Seti

(E-Kitap PDF/EPUB)
(Shopier’de sepete 225 TL ve üstü alışverişte %30 indirim var.)

Merhaba,

Bu set, son bir iki senedir izlediğim ve bana 40 yaşından sonra bile birçok pratik şey öğreten Dr. K’nın podcastlarından derlediğim kitaplardan oluşuyor:

Daha İyi Bir Yaşam İçin Psikoloji ve Nöron Bilimi Temelli Pratik İpuçları – 101
Daha İyi Bir Yaşam İçin Psikoloji ve Nöron Bilimi Temelli Pratik İpuçları – 201
Daha İyi Bir Yaşam İçin Psikoloji ve Nöron Bilimi Temelli Pratik İpuçları – 301
Daha İyi Bir Yaşam İçin Psikoloji ve Nöron Bilimi Temelli Pratik İpuçları – 401

Dr. K (Alok Kanojia), Harvard mezunu bir psikiyatrist ve nöron bilimi çalışmalarının yanında zamanında bir süre rahip olarak da yaşamış ilginç birisi. Kendisi Hint kökenli bir Amerikalı ve internette herkese açık healthygamergg kanalında çok pratik ve faydalı paylaşımlar yapıyor. Özellikle günümüz dünyasında teknolojinin yarattığı ortamın, beynimizin evrimleştiği uzun geçmişimizden oldukça farklı olmasından kaynaklanan disiplinsizlik, odaklanamama, sürekli yorgunluk, motivasyon eksikliği, başarısızlık, vs. gibi sorunlar üzerine eğilen ve bu konularda iyileşmeniz için oldukça pratik bilgiler veren bu yayınları İngilizceniz varsa izlemenizi şiddetle tavsiye ederim.

Son zamanlarda yaptığımız nöroplastisite serisindeki bölümlerin aksine, bu kitaplardaki bölümler çok daha kısa ama yoğun ve oldukça pratik bilgiler içeriyorlar. Birçoğunu ben kendi hayatımda da uyguluyorum ya da uygulamaya başladım ve oldukça dönüştürücü ve iyileştirici pratikler olduklarına şahit olduğum için sizinle paylaşmak istedim.

Şimdiden iyi okumalar,

Mahmut Abi

Kitap setini Türkiye’den almak için tıklayınız.
(Not: Sepete ekleyerek %30 indirim alabilirsiniz).
(Alım güvenilir Shopier ödeme sisteminden olup sizin ödeme bilgileriniz bize gelmiyor.)

Kitap setini Türkiye dışından almak için tıklayınız.
(Alım güvenilir Payhip ödeme sisteminden olup sizin ödeme bilgileriniz bize gelmiyor.)

Bizi sevabımızla – günahımızla sevecek, değer verecek biri çıkmaz mı?

Ekşi çöplükte uzun süredir sitemizi takip ettiği anlaşılan bir takipçimiz, erkekadam.org başlığına aşağıdaki yorumu yazmış.

Modern zaman kadın erkek ilişkilerine gerçekçi bir perspektif sunan site. Sitenin 40’lık ve görmüş geçirmiş admini Mahmut Abi sağ olsun baya şey öğrendim ilişkilere yönelik.

Teşekkür ederim.

Ama canımı sıkan şu ki, ilişkilerde neden sürekli bir taktik yapmak durumundayız?

Benim de canımı bu yorum sıktı, daha doğrusu bu yorum oldukça üzücü. Bir takipçi var ve iyi niyetle bir şey yazmış ama uzun süredir takip etmesine rağmen “neden taktik yapmak durumundayız” diye soruyor ☹

Klişe olacak ama siz doğal olmayan taktikler yapmak durumunda değilsiniz. Siz, asıl doğal olmayan ama yıllarca tekrarlaya tekrarlaya düşünmeden, otomatikman yaptığınız hareketlerden kurtulup, doğal olanı öğrenmek durumundasınız. Bu geçiş sürecinde ise tabii ki bir süre her adımınıza dikkat etmeniz gerekecek.

Şöyle düşünün. Piyano çalmayı yanlış öğrenmişsiniz. Yani iki parmak çalmayı öğrenmişsiniz ve yıllarca iyi kötü iki parmak çalmışsınız ama tabii ki pek bir başarınız yok. Sonra biri gelip size 10 parmak çalmanız gerektiğini ve böyle çalmazsanız bu işte iyi olamayacağınızı söylüyor. Siz de, yıllardır iki parmak ile başarısızlıktan başarısızlığa koştuğunuz için 10 parmak çalmayı istiyorsunuz.

Sorun şu ki, iki parmak çalmak her ne kadar işin doğası olmasa da, sizin için otomatik. 10 parmak çalmaya geçmek ise zor. Sürekli hata yapıyorsunuz, sürekli parmaklarınıza dikkat etmeniz gerekiyor ve 10 parmak çalmak hiç de doğal gelmiyor. Ama eğer bu konuda ısrarla çalışırsanız, 10 parmak çalmak doğal olacak zira otomatikleşecek.

Neden modern zaman ilişkileri saf duygu ile ilerlemiyor da şunu yaparsam karşılığı şu olur diye taktik kasmaya yönelik?

Çünkü çocukluktan çıkıp yetişkin olduğunuzda, yetişkin hiçbir aktivite saf duygu ile ilerlemez, ilerleyemez. Sonuçta ilişkiler size ana kucağı olup içinde dünyadan kaçtığınız cennet bahçesi olmak için değil de bir yuva kurma, çocuk yetiştirme ile alakalı ve bunun gerektirdiği görevler, beklentiler, kaynaklar, vs. var.

Bizi sevabımızla – günahımızla sevecek, değer verecek biri çıkmaz mı?

Yetişkin bir erkeğin karşısına ona geri kalan hayatında annelik yapan bir kadın çıkmaz mı? Muhtemelen çıkmaz. İlişkiye girdiğiniz kadın sizin kopamadığınız ya da çocukluğunuzda kaygı ile bağlandığınız anneniz olmayacak. Senin “günahım – sevabım” dediğin tabii ki ciddi zayıflıkların. Bunlar üzerinde çalışıp güçlenmek yerine, zayıflıkların ile sevilmek istiyorsun. Belki yüzbinlerce yıl önce öyle kadınlar vardı ama yetişkin, az çok güçlü bir erkek olmak yerine duygusal olarak çocuk kalmayı isteyen erkekleri ile beraber hayatın altında, evrimsel olarak ezilip gittiler.

Andrew Huberman bir podcastında çocukluk bağlanma stillerinin yetişkin bağlanma stilleri haline gelmesinin altındaki oldukça ilginç mekanizmayı açıklıyor. Size garip ve hatta rahatsız edici gelecek ama çocuklukta ebeveynleriniz ile aranızdaki bağı yöneten sinir devreleri, yetişkinliğinizde romantik ve cinsel bağlarınızı yöneten sinir devreleri ile aynı! Ve ebeveynleriniz ile yaşadığınız çarpık bağlanmalar (örneğin kaygılı bağlanma) romantik ilişkilerinize miras kalıyor.

Zaten bana öyle geliyor ki “beni olduğum gibi sevebilecek kadın yok mu” diye yakınanların çoğu, çocukluğunda bir şekilde, olduğu gibi sevilme konusunda ebeveynleri tarafından tatmin edilmemiş insanlar. Ebeveynlerinden alamadıklarını partnerlerinden almaya çalışıyorlar ve muhtaç çocuk gibi davrandıklarından genelde hüsrana uğruyorlar.

Konuyu dağıtmadan sadede gelecek olursam, senin “bizi günahımızla – sevabımızla sevecek, değer verecek biri çıkmaz mı” diye şirin şirin söylediğin şeyin aslı, “benim çocuklukta tatmin olmamış ihtiyaçlarımı ben çocukmuşum gibi tatmin edecek biri çıkmaz mı” oluyor. Benim bildiğim, yetişkin bir kadın yetişkin bir erkeği alıp oğlu gibi yetiştirmek istemez. O nedenle işin zor. Kadınlar kısa süre içerisinde koca bebekleri evlat edinme konusunda arzulu olmayacaklarına göre, senin “günahım – sevabım” dediğin çarpık bağlanma stilini iyileştirip yetişkin ve güvenli bir bağlanma stiline çevirmen gerekecek maalesef.

Ben bu zaruri taktiklerin sebebini sosyal medya ve insanların oturduğu yerden anlık birbirlerine ulaşabilmelerine bağlıyorum.

Senin zaruri taktik dediklerinin çoğu birkaç nesil öncesine kadar erkeklerin otomatik olarak yaptıkları şeylerdi. Asıl senin “taktik değil doğal” dediğin şey yeni dünyanın, teknolojinin eseri.

Sonsuz seçenek olan bir yerde kimse bir tane seçenek ile yetinmek istemez.

Eğer seçeneğin yeterince iyiyse isteyebilir. Eğer bu seçeneği kaybedince, aynısını bulmak zor olursa gayet de isteyebilir. Eğer bıraksan da bir kaybın olmayacak bir seçenek olursan, evet yetmezsin, seninle yetinemezler.

Bu tabii ki dışarda iyi bir seçenek olsanız da sizinle yetinemeyecek, ilgiye aç kadınların olmadığı anlamına gelmiyor ama onları da bir zahmet tanımayı ve hızlıca bırakmayı öğrenin.

Hep daha iyisini ister.

Ne kadar iyisini alabildiği de kendi kapasitesi ile sınırlıdır. Karşısına kendisini isteyen daha iyisi çıksa bile, eldekinden olma yeterince yüksek maliyetli ise o atlamayı yapmak zordur. Kaçınız iyi maaşlı işinizi bırakıp bunun 10 katını kazanma potansiyeliniz olan ama riskli bir yeni kariyere geçebilirsiniz?

Tabii bir de eş bağı var, karşılıklı yatırım var, bir yatırım bağı var. İnsanlar, çocuk yetiştirmek için 10 yıllarca eş bağı kurabilen canlılar. Ayrıca öyle sürekli daha iyisini isteyecek kadar uzun da yaşamıyoruz. Bir eşten diğerine kaç kere atlayabileceksiniz, zamanla piyasanız düştükçe keşke 10 senede 10 tane insanla olacağıma, 10 senede bir eş bağı kursaydım demeyecek misiniz? Bazılarınız eminim demeyecek ama çoğunuz bunu diyeceksiniz.

Bu da insanı taktik yapmaya, ilişki ve ilgiyi diri tutmaya iter.

Umarım bu şeyleri yeterince tekrarlayıp otomatikleştirdikçe, bunun taktik değil doğal olan olduğunu, yazdıklarından akan efendi erkek zihin yapısının çocukluktan beri oynadığın taktik olduğunu, o taktik kümesinin tek artısının, yıllarca yaptığın için otomatikleşmesi olduğunu anlayabilirsin.

Beni ben olduğum için kabul eden biri ile karşılaşmayı isterdim.

Peki olduğun sen itici ise. Mesela sen, kıllarını bile almayan, 200 kiloya çıkmış, yıkanmayan bir kadını sırf onu o olduğu için kabul eder miydin? Ne alaka demeyin. Erkekler görsele daha çok bakar, kadınlar davranışa. Eğer bir erkek, yetişkin bir erkek gibi değil de, yetişkin bir kadına muhtaç (duygusal olarak muhtaç) bir çocuk gibi davranıyorsa, bir kadına öyle itici görünebiliyor. İstediğin kadar yakışıklı ol, paran olsun, vs. Bunlar en fazla sena tolerans gösterilmesini sağlar, kabul edilmeni değil.

Modern zamanlarda çok büyük bir istek sanırım.

Bir erkeğin kişiliği zayıf ve itici ise, olduğu gibi sevildiği hiçbir çağ olmadı. Biriyle evlendirildiği ve kadının mecburiyetten katlandığı çağlar oldu.

Bu arada geçenlerde, kaygılı bağlanma stiline (olduğu gibi sevilme hayaliyle yaşayan efendi erkekler bu kategoride) sahip insan oranının 90’larda yaklaşık %25 civarında olmasına rağmen, günümüzde %50’nin üstünde olduğunu gösteren araştırmalar olduğunu izledim. Bu 80’lerde olgunlaşan bir kavram yani elde veri yok ama kim bilir 50’lerde ne kadar azdı. Yani eskiden olduğu gibi sevilme ihtiyacı olan yetişkin erkek oranı da çok azdı, onu da unutmayalım.

Takipçimizin de birgün bunların taktik değil doğal olan olduğunu anlayabilmesini umarım.

Bana sorularınızı uygun yazı altında sorabilirsiniz, benimle görüşme ayarlayabilirsiniz ya da ilişkiler setimize bakabilirsiniz.

Cinsel Sadakatsızlık: Çeşitlilik Arama, Mutsuzluk ve Eş Değiştirme

Nöroplastisite 301 kitabının “David Buss: İnsanlar Romantik Partnerlerini Nasıl Seçerler ve Kısa ya da Uzun Süreli Olarak Ellerinde Tutarlar?” bölümünden alıntıdır.

Şimdi biraz sadakat sözü verilmiş ilişkilerde ihanete bakalım. Uzun süreli ilişkilerde erkeklerin ve kadınların aldatma sebepleri ve aldatmanın sonuçları konusunda istikrarlı bulgular neler? Aldatma ne sıklıkta oluyor?

Aldatmanın ne sıklıkta olduğunu bulmak güç zira aldatma, insanların sır olarak tutmak için büyük çaba harcadığı şeylerden birisi. 70 yıl önce yapılan klasik Kinsey araştırmalarına bakarsanız, ihanet ile ilgili soruların, insanların cevaplamaktan en çok kaçındıkları sorular olduğunu görürsünüz. Bu soru sorulduğunda daha fazla insan çalışmalara katılmayı bırakıyordu. Bu tabii insanlar neleri saklıyorlar sorusunu gündeme getiriyor. İhanet, ensest ve cinayet gibi insanların evrensel olarak büyük bir çabayla saklamaya çalıştıkları küçük bir davranış kümesi var.

Kinsey, 70 yıl önce, evli kadınların %26’sının, evli erkeklerin %50’sinin, evliliklerinin bir noktasında ihanet ettiğini tahmin etmişti. Başka çalışmalar ise genellikle daha düşük rakamlar verdiler. Yani rakamlar anketi yapanın gizlilik sözüne, bunun inandırıcılığına, vs. göre değişiyor.

Burada “duygusal ihanetten” bahsetmiyoruz bu arada. Evli partner dışında biriyle, partnerin bilgisi dışında seks yapmaktan bahsediyoruz. Başka ihanet şekilleri de var tabii. Duygusal ihanet ya da finansal ihanet gibi. Ama burada cinsel ihaneti konuşuyoruz.

Cinsel ihanette ilginç olan şey ise, ihanet motivasyonu açısından cinsiyetler arasında büyük fark olması. Burada ortalama cinsiyet farklarından konuşacağız yoksa erkekler için bahsettiğim şeyler bazı kadınlar için, kadınlar için bahsettiğim şeyler bazı erkekler için geçerli olabilir.

Erkekler için temel motivasyon, cinsel çeşitlilik. İhanet eden erkeklerin %70’i için eğer şartlar uygun olursa (iş gezisindeydim ve karşıma şu fırsat çıktı), düşük risk ve maliyet varsa, cinsel çeşitlilik ve yenilik temel motivasyon. Sanırım Chris Rock bir keresinde “erkekler sadece fırsatları kadar sadıklardır” demişti. Ya da telefon şifrelerinin partnerlerine olan açıklığı kadar diyelim.

Kadınlar için ise bu çeşitlilik ve yenilik çok daha önemsiz bir motivasyon. Aldatan kadınlar sebep olarak uzun süreli ilişkilerinde duygusal veya cinsel olarak mutsuz olduklarını (tipik olarak bu ikisi birden oluyor) söylüyorlar.

Bir insanın uzun süreli ilişkisinde mutsuz olması durumunda ihanete yatkın olacağını düşünmek çok mantıklı gelebilir. Ama erkekler için durum bu değil. Evliliklerinde mutlu erkeklerle evliliklerinde mutsuz erkekleri karşılaştırdığımızda, aldatma oranlarında bir fark görülmüyor. Bence bu, çeşitlilik arama motivasyonuna gidiyor.

Peki kadınlar neden aldatıyorlar? Bu kadınlar için oldukça riskli. Uzun süreli ilişkilerini kaybetme riski yüksek. İtibarlarının zedelenme riski yüksek ki bu iki cinsiyet için de geçerli.

Kadınların neden aldattığı konusunda iki rakip hipotez var, en azından iki tane diyelim. Evrimsel psikoloji literatüründe iki ana hipotez var.

Birincisinde, kadın bir partnerden kaynak ve yatırım alırken diğer partnerden iyi genler alıyor hipotezi. Prensipte bu çalışır bir yöntem. Bu hipotez benim değil, Bu hipotez, ikili çiftleşme hipotezi (dual mating hypothesis), Steve Gangestad, Randy Thornhill ve benim eski bir öğrencim olan Marty Hazelton tarafından ortaya atıldı.

Başlangıçta bu hipotezi ben de savunuyordum zira veriler hipotezi destekliyor gibi görünüyordu. Ama zaman geçtikçe bu hipotez ile ilgili kuşkularım artmaya başladı ve bu konudaki ana hipotezlerden ikincisi olan Eş Değiştirme Hipotezini (Mate Switching Hypothesis) desteklemeye başladım.

Kadınların neden aldattığı ile ilgili tüm verilere bakarsanız, bunların İkili Çiftleşme Hipotezi ile uyumlu olmadığını görürsünüz. Veriler diğer hipotez ile uyumlular. Yani veriler kadınların kendilerini eldeki ilişkiden çıkarma, kendileri ile daha uyumlu ya da eldekinden iyi bir partner bulma ya da en azından yeterince arzu edilip edilmediklerini  görme gibi motivasyonlarla aldatıyorlar. Yani eşleşme havuzuna ısınmak için ya da benim eş sigortası dediğim potansiyel bir yedek eş bulmak için aldatıyorlar.

Peki bu konudaki kanıtlar neler? Öncelikle aldatan kadınların %70’i, yasak aşklarına aşık oluyorlar. Ona karşı derin duygular besliyorlar. Bana göre bir erkekten iyi genler almak istiyorsanız, kesinlikle yapmamanız gereken bir şey bu. Ama eğer eş değiştirme hipotezine göre bunu yapmaları oldukça anlaşılır. Bu, kadınların aldatmasında, eş değiştirme hipotezinin motivasyon olduğunu gösteren bir veri.

Genetik Boynuzlanma ve Yumurtlamanın Çiftleşme Tercihlerine Etkisi

Şimdi bu iki hipotez birbirlerine tamamen zıt hipotezler değiller. Mesela bir kadın gerçekten de ikili çiftleşme stratejisi ile aldatıyor olabilir ama genetik boynuzlanmanın oranı ne? En azından modern ortamda oranı görece düşük. Yaklaşık olarak %2-3. Genetik boynuzlanma dediğim şey, bir erkeğin kendisinin olduğuna inandığı ama aslında kendisinin olmayan bir çocuğa babalık yapması. 

İkili Çiftleşme Stratejisi hipotezini destekler gibi görünen veriler, yumurtlama devrelerinden geliyor. Eski çalışmalara göre doğum kontrol hapı almayan kadınlar yumurtlama döneminde daha maskülen ve simetrik erkekleri çekici bulmaya başlıyorlar ki bunların iyi genlerin işaretleri olduğu hipotezi var. Ama sonradan görüldü ki, kadınların yumurtlama dönemindeki eş tercihlerindeki değişimin, ilk çalışmalarda gösterilenden çok daha zayıf olduğu görüldü ve bazı geniş kapsamlı çalışmalarda bu bulgular yenilenemedi. İkili Çiftleşme Stratejisi Hipotezini destekleyen en anahtar verilerden bahsediyoruz.

Yumurtlama dönemi değişiminde, kadınların genlerin peşinde gittiği zira sadece yumurtlarken başka bir erkekle seks yaparsa hamile kalabileceği fikrini destekleyen, kadınların aldatma zamanlamasını yumurtlama zamanlamasına göre ayarladıklarını gösteren kanıtlar vardı. Ama sonradan yapılan çalışmalar, bu sonuçları yineleyemedi ya da doğrulayamadı. Böylece de İkili Çiftleşme Stratejisi konusundaki fikirlerim değişti.

Ben artık Eş Değiştirme Stratejisi Hipotezini, kadınların aldatma motivasyonu konusundaki en olası açıklama olarak destekliyorum.

Dr. David Buss. Teksas Üniversitesi’nde Psikoloji profesörü ve aynı zamanda evrimsel psikolojisi alanının kurucularından birisi. Dr. Buss ve laboratuvarı, insanların eş seçme ve kısa/uzun vadede ellerinde tutma stratejileri ile ilgili bilgilere kaynaklık ediyor.

Bana sorularınızı uygun yazı altında sorabilirsiniz, benimle görüşme ayarlayabilirsiniz ya da ilişkiler setimize bakabilirsiniz.

Dopamin Yoksunluğu

Bence nöron biliminin son 70 yılda bulduğu en önemli şeylerden birisi, haz ve ızdırabın yan yana olduğu yani beynin hazzı işleyen kısmının aynı zamanda ızdırabı da işleyen kısmı olması. Ve bu kısım bir denge içinde çalışıyor. Bu denge haz hissettiğimizde bir yöne eğiliyor, ızdırap hissettiğimizde ise diğer yöne. Bu dengenin temel kuralı da, beynin bu dengeyi sürekli olarak korumak istemesi. Yani beyin ne haz tarafında ne de ızdırap tarafında çok fazla kalmak istemiyor. Beyin denge bir yanakaydığında, bu dengenin nötr olduğu hale dönmek için elinden geleni yapıyor. Buna homeostasis deniyor.

Beynin bu dengeyi sağlaması da, bir tarafa doğru belli miktarda uyaran olduğunda, eşit miktarda ve zıt uyaran oluşturmak. Örneğin izlemekten zevk aldığım bir programı Youtube’da izlerken denge haz tarafına kayıyor. Program bittikten sonra dengeyi sağlamak için beyin aynı miktarda ızdırap veriyor ki bu ruhsal düşüş, benim bir Youtube videosu daha izlemek istediğim an oluyor.

Burada hazzı dengelemek için ortaya çıkan acının çoğunlukla farkında olmuyoruz. Bu, gerçekten dikkatimizi vermediğimiz sürece bilinç seviyesinde olmuyor. Buna dikkatimizi vermeye başladığımız anda, gerçekten farkında olabiliyoruz. Örneğin sosyal medyadasınız, çok hoşunuza giden bir tweet gördünüz. O andan sonra sosyal medyayı bırakamıyorsunuz zira bıraktığınızda bir çeşit ızdırap duyacağınızı biliyorsunuz. Bu ızdırap fiziksel bir acı değil de, ruhsal düşüş, bir şeyin eksikliği ya da daha fazlasını istemek şeklinde hissediyorsunuz.

Bu ızdırapla savaşmanın bir yolu, haz veren şeyden daha fazla yapmak ve daha fazla yapmak. Bunun farkında olmanızı istiyorum. Haz – ızdırap dengesini kafanızda canlandırdığınızda, hissettiğiniz şeyin sinir sistemi seviyesinde ne anlama geldiğini bilebilir ve anlayabilirsiniz. Bu sayede de, bu süreç üzerinde kontrol sahibi olabilirsiniz.

Yapmamız gereken de bu süreci kontrol altında tutmak. Bir süre sonra bu haz kaynağından kopmamız lazım. Sürekli olarak haz kaynağına bağlı kalamayız. Çünkü yapmamız gereken başka şeyler var ama aynı zamanda ızdıraptan kaçmak için bu şekilde haz deneyimini sürekli olarak yapmanın ciddi yan etkileri de var.

Bağımlılık yapıcı davranış ya da maddelerin temel özelliği, ödül sistemimizde çok fazla miktarda dopamin salgılanmasına neden olmaları. Brokoli örneğin (çok aç değilseniz) çok fazla dopamin salgılanmasına neden olmuyor ama çikolatalı pasta oluyor.

Dopamin seviyesi zirve yaptığında beyniniz, dengeyi sağlamak için dopamin alıcılarınızı kısar. Bu olduğunda da kendimizi ruhsal olarak kötü, haz veren şeyden daha fazlasını istiyor buluruz. Eğer biraz beklemeyi becerebilirsek, bu his geçecektir zira dopamin seviyemiz ortalama seviyesine yeniden çıkar. Ama beklemezseniz ve sürekli olarak haz veren şeye dalarsanız, sonunda ızdırap tarafına o kadar çok ağırlık koyarsınız ki, beyniniz haz – ızdırap dengesini yeni bir noktada kurar ve bu da haz alamama durumu tarafına yatkın bir yeniden dengeleme olur. Bu durum, dopamin yoksunu bir durumdur.

Bu şekilde ızdırabın, hayatınızın ana yöneticisi olmasına neden olabilirsiniz. Çünkü haz veren şeye ya da davranışa o kadar çok ve sık dalarsanız, beyniniz dengeyi dopamini aşırı şekilde bastırarak sağlamaya başlar. Bundan sonra haz veren şeyi tüketmeseniz ya da davranışı yapmasanız bile, sürekli olarak dopamin yoksunu bir durumda kalırsınız ki bu da klinik depresyona eş bir şey. Kaygı, huzursuzluk, uykusuzluk ve o haz kaynağına bir an önce ulaşma düşüncelerine boğulursunuz. Çoğu haz kaynağında tek kullanımı dengelemek kolaydır ama kronik kullanım, dopamin denge noktasını yeniden kurulmasına neden olur. Bu olduğunda da artık hiçbir şey haz vermemeye başlar ve o uyuşturucu ya da aktivite hariç hiçbir şeyden haz alamamaya başlarsınız.

Anna Lembke’nin sitemizde yer alan diğer bir yazısı için Dijital bağımlılıklar bizi dopamine boğuyor.

Birer bilinçaltı programlama olarak inançlar

Bilinç ve Bilinçaltı Nedir?

Eğer daha önce, öz farkındalığı yüksek ve bilgili insanlarla sohbet ettiyseniz “Bilinç” ve “Bilinçaltı” gibi terimleri eminim ki duymuşsunuzdur. Bu bölümde, bu terimlerin ne anlama geldiğini ele alacağız.

Şöyle bir durum düşünün:

Araba sürmeyi ilk öğrendiğiniz zamanlar son derece odaklanmış, uyaranlara tepki vermeye hazır bir haldesinizdir. Zihniniz bir işle meşguldür ve %100 kapasite ile o işi yapıyordur.

Bir süre sonra, şoförlüğünüz ilerledikçe, Zihninizin hepsini bu iş için kullanmanıza gerek kalmadığını fark edersiniz. Uzuvlarınızı koordinasyonlu bir şekilde kullanarak aracı sürerken bir yandan da müzik dinlemek ya da başkasıyla sohbet etmek gibi şeyler de yapabilirsiniz.

Bu seviyeye ulaştığınızda, araba sürme eylemini gerçekleştiren kısım beyninizin neresidir? Başka şeyler ile uğraşırken araba sürme işini beyninizin hangi kısmına emanet ettiniz?

Yüzünüze doğru aniden bir nesne fırlatılsa, daha ne olduğunu anlamadan gözlerinizi kırparsınız. Bilinçsizce yapılan bu eylemi gerçekleştiren şey nedir?

Yanan bir ocağa ya da bir elektrik teline dokunduğunuzda, daha ne olduğunu bile tam anlamadan, elinizi aniden geri çektiren içinizdeki o gizemli güç nedir?

Son olarak, bazı davranışları ve alışkanlıkları değiştirmek, bilinçli bir şekilde bu değişimi istiyor olsanız bile neden zordur? Bu huya dönüşmüş hareketleri gerçekleştiren şey nedir?

Bu soruların hepsinin cevabı “bilinçaltı” denen olguda saklıdır.

Bilinçaltı

Zihniniz kabaca iki kategoriye ayrılabilir: Bilinç ve bilinçaltı. Karakterinizin ve davranışlarınızın büyük bir kısmı bilinçaltınızın programlanma şeklinin bir sonucudur.

Bir eylem gerçekleştiriyorsanız ve bu eylemi gerçekleştirdiğiniz farkındaysanız, bilincinizle bu işi yaparsınız.

Örneğin, size bir kitabı masaya koymanızı söylersem, bu hareketi gerçekleştirmeniz bilinçli bir eylem olacaktır. Bilinciniz (Yani siz) verdiğim sözlü komutu algılayacak, anlamlandıracak, sonra da eylemi gerçekleştirecektir.

Tam tersi şekilde, bir şey yapıyorsanız ve bunu yaptığınızın farkında değilseniz, otomatik pilota bağlamış gibi davranıyorsanız, o zaman da bilinçaltınız direksiyona oturmuştur.

Bilinçaltı Bir Metafordur

Bilinçaltı tabiri, aslında beyninizin (prefrontal korteks gibi) daha yeni olan bölgelerine oranla çok daha eskiden evrimleşmiş kısımları tarif etmek için kullanılan bir metafordur.

(Prefrontal korteks frontal lobun (beynin ön tarafında yerleşimli, bilinçli düşünmeden sorumlu olan beyin bölgesi) korteksi ve altında bulunan beyaz cevher en üst düzeydeki davranışların bütün bileşenlerinin bağlantılarını yapan ve onları bütünleştiren, önemli duyu ve motor sistemlerinin arasındaki geri bildirim döngülerinin ve bağlantılarının yer aldığı alandır. Varsayılan durum şebekesine dahildir.)

Bilinçaltının görevi olan eylemlerin bazıları -nefes almak gibi – bilinçli olarak da kontrol edilebilirlerken, bazıları üzerinde de – refleks hareketler gibi – hiçbir kontrolümüz yoktur.

Sadece bilinçaltının algıladığı uyaranların farklı nöro-fizyolojik etkilerde bulunup, bilinciniz ile algıladığınız dünyada verdiğimiz kararları etkilediğine dair birçok veri mevcuttur.

Ayrıca, daha eski olan korteks altı yapıların duygusal uyaranları yorumlama işleminde, bilincimiz bunu algılamasa bile, önemli bir role sahip olduğunu gösteren araştırmalar da yapılmıştır.

“Duygusal Zekâ” kitabında David Goleman da bu konuyu vurgulamıştır. Çevreden gelen uyaranlar, daha henüz bilincimiz algılayamadan, daha ilkel ve eski olan korteks altı beyin yapılarımız tarafından yorumlanabilir.

Nörogörüntüleme çalışmaları her ne kadar bilincin ve bilinçaltının kullandığı sinirsel yolların rahatça birbirinden ayırt edilebildiğini tespit etse de, bilinçaltından doğan düşüncelerin kendine özgü bir işleme yolu yok gibi gözüküyor. Anlaşılan, hem bilincimiz hem de bilinçaltımız aynı ortak veri işleme yollarını kullanıyor.

Muhtemelen bu sebepten dolayı bulunduğumuz ortamdaki sürekli değişen uyaran seline karşı savunmasız robotlar değiliz, bilinçli olarak bilinçaltımızdan doğan davranışlara müdahale edip değiştirebiliyoruz.

Dikkat Süresinin Önemi

İnsanların çok kısıtlı bir dikkat süresi vardır. Bilincimiz tekrar tekrar yapılması gereken bir işin ne olduğunu öğrendikten sonra görevini bilinçaltına teslim eder. Böylelikle daha çok dikkat veya ivedilik isteyen bir iş çıktığında, ona odaklanmak için müsait olur.

Örneğin gece dişlerinizi fırçalarken bilinciniz düşüncelere dalabilir, o gün yaşadığınız önemli olayları anımsayıp üzerinde düşünebilir. Bu sırada da bilinçaltınız, fırçalama eylemini gerçekleştirmenizi sağlar.

Filtreleme ve Kaydetme

Bilinciniz dış dünyadan gelen bilgileri filtreleme ve mantıklı bir şekilde işlemeye yarar. Bu bilgilerden hareketle, bazı kanaatlere varır ve bu kanaatleri bilinçaltınıza depolar. Böylelikle bu kanaatleriniz ile tutarlı eylemleri, üzerinde fazla düşünmeden otomatikman gerçekleştirebilirsiniz.

Size dünyanın düz olduğunu söylersem öncelikle bilinciniz bu veriyi işleyecek, doğru olmadığını fark edecek (Hâlihazırda dünyanın yuvarlak olduğuna dair elinizdeki bilgiyle çeliştiği için, eğer düz dünyacı değilseniz) ve bu yüzden bu veriyi filtreleyip bir kanaate/inanca dönüşmesini engelleyecektir.

Bilinciniz bilgiyi işlemek için her zaman süreye ihtiyaç duyarken (genelde yavaş bir işlemdir), bilinçaltınız her zaman hızlı ve otomatiktir. Çevrenizi sürekli tarar, gelen verileri kayıt altına alır, güncel ve gelecekteki davranışlarınız için işe yarayan programlara dönüştürür.

Bilinçaltınızı ömrünüzdeki şu ana kadar maruz kaldığınız her türlü veriyi kaydeden bir kamera olarak düşünebilirsiniz, bütün hatıralarınız, hayat tecrübeleriniz ve becerileriniz bu kameranın hafızasındadır.

İnsanın binlerce yıllık evrimsel geçmişiyle şekillenmiş davranışsal programlar da bu hafızadadır.

İnsan davranışı denen olgu, bilinç ile bilinçaltının, iç (psikolojik) ve dış (çevresel) faktörlerin etkisinde daimi etkileşiminin bir ürünüdür.

Bilinçaltı Programları Olarak İnanç Sistemleri

Kanaatlerinizle oluşturduğunuz, düşünce ve hareketleriniz üzerinde büyük etkisi olan inanç sistemleriniz, aslında bilinçaltında çalışan programlar gibidirler. Farkındalığınız yüksek seviyede değilse bırakın bu programların etkilerini, muhtemelen varlıklarından bile haberiniz olmaz. 

Psikoloji veya insan davranışları hakkında hiçbir şey bilmiyor olsanız bile, inanç sistemi denen kavramı bilmeniz zihnin çalışma mekanizmasının özünü kavramınızı mümkün kılar.

İnanç sistemi, bilinçaltımızda depolanmış kanaatler topluluğudur. İnançlarımız, davranışlarımızı en çok etkileyen faktörlerdir.

Bilinçaltınızı veri depolama merkezi olarak, hayatınız boyunca maruz kaldığınız her bilginin bulunduğu bir yer olarak düşünün. Bu bilgilere bütün geçmiş anılarınız, tecrübeleriniz ve fikirleriniz de dahildir. Şimdi, bilinçaltı bu kadar veri ile ne yapabilir? Bunun bir amacı olmalı.

Bilinçaltınız bütün bu bilgilerden hareketle belli inançlar oluşturur ve bunları kaydeder. Bu kanaatleri bilgisayara nasıl çalışması gerektiğini söyleyen yazılımlara benzetebiliriz.

Benzer şekilde, bilinçaltınıza kaydedilmiş inanışlar hayatta belli şartlarda nasıl davranacağınızı büyük ölçüde belirler. Peki, bu kanaatler tam olarak nedir?

İnançlar Bilinçaltı Programlarıdır

İnançlar, benimsediğimiz fikirlerdir ve temel olarak davranışlarımızı etkileyen inançlar, kendimiz hakkında doğru olduklarına inandıklarımızdır.

Örneğin, bir insan özgüvenli biri olduğuna inanırsa, bu kişinin bilinçaltında bir yerlerde “ben özgüvenli biriyim” inancının bulunduğunu söyleyebiliriz. Sizce bu insan nasıl davranır? Elbette özgüvenli biri olarak.

Hemen her zaman, kendi inanç sistemlerimiz ile tutarlı olacak şekilde davranırız. İnandıklarımız davranışlarımızı şekillendirmede bu kadar güçlüdürler ve bu nedenle de,  bunları nasıl oluşturduğumuzu anlamaya çalışmak önemlidir.

İnançların Oluşma Şekli

İnançların nasıl oluştuğunu anlamak için bilinçaltınızı bir bahçe, inançlarınızı da o bahçede yetişen bir bitki olarak düşünün. İnançların bilinçaltında oluşumu, bir bahçede yetişen bir bitkiye benzer.

Bir bitkinin yetişmesi için ilk olarak toprağa tohumu ekeriz. Bunu yapmak için toprağı kazmanız gerekir ki tohumu ekebilelim. Bu tohum fikirdir, maruz kaldığınız herhangi bir fikir olabilir.

Örneğin, öğretmeniniz size “Sen bir aptalsın!” demiş olsun, bu mesela bir tohumdur. Toprak ise bilincinizdir, gelen bilgileri filtreler, neyi kabul edip neyi reddedeceğinize karar verir. Bilinçaltına hangi fikirlerin geçip hangisinin kalacağına karar verir. Bir nevi bekçilik vazifesi görür.

Eğer bilinç filtreleri devre dışı kalırsa ya da kapatılırsa (Toprağı kazmak), Fikir (Tohum) bilinçaltına giriş yapar (Toprağın kendisi). Orada, bir inanç olarak depolanır.

Bilinç filtreleri aşağıdakiler tarafından kapatılabilir veya devre dışı bırakılabilir:

  1. Güvenilir Kaynaklar/Otorite Figürleri

Ebeveynler, arkadaşlar veya öğretmenler gibi güvenilir kaynaklardan veya otorite figürlerinden gelen bilgiler, bilinç filtrelerinizi kapattırıp gelen mesajların bilinçaltınıza sızmasını sağlayabilir. Bu mesajlar daha sonra inançlara dönüşür.

Şöyle düşünün: Zihniniz her zaman enerjiden tasarruf etmek ister. Bir bilgiyi işlemek gibi karmaşık bir işe enerji harcamaktan kaçınmak için, güvenilir bir kaynaktan gelen bilgiyi, sadece kaynağa güvendiği için depolayabilir. Yani zihnin tutumu “Niye analiz edip filtrelemeye uğraşayım ki?” şeklindedir.

  1. Bol Tekrar

Bir fikre tekrar tekrar maruz kalırsanız bilinciniz aynı bilgiyi tekrar tekrar filtrelemekten yorulur. Eninde sonunda bu fikrin belki de filtrelenmeye ihtiyaç duymadığına karar verebilir. Bunun sonucu olarak mevzubahis fikre, yeteri defa maruz bırakılırsanız bilinçaltınıza yerleşebilir, böylelikle bir inanca dönüşür.

Yukarıdaki örneğe devam edersek, eğer öğretmeniniz (güvenilir bir kaynağınız / otorite figürü) size aptal olduğunuzu söylüyorsa (fikir) ve bunu tekrar tekrar yapıyorsa (bol tekrar), sounda aptal olduğunuz kanaatine varırsınız. Buna inanmaya başlarsınız. Çok saçma geliyor değil mi? Buradan sonrası daha da kötü.

Tohum ekildikten sonra baş verir, henüz ufak bir fidandır. Eğer su vermeye devam ederseniz büyüdükçe büyür. Bir inanç bilinçaltında oluştuktan sonra, elinden geldiğince orada kalmaya çalışır.

Bu da inancı destekleyen delilleri bularak olur, Bir bitkinin sulandıkça büyümesi gibi, deliller inancı sürekli güçlendirir. Peki, bilinçaltı inançlarını nasıl sular?

Kendi Kendini Güçlendiren Döngü

İnsanlar hemen her zaman, inanç sistemlerine uygun olacak şekilde hareket ederler. Bu nedenle aptal olduğuna inanan bir insan, gitgide artan oranda aptal bir insan gibi davranmaya başlar.

Bilinçaltınız hayat tecrübelerinizi kaydetmeye devam ettikçe, yaptığınız aptallıkları aptal olduğunuza bir “delil” olarak kabul edip, zaten var olan inancınızı desteklemek için kullanacaktır ve kalan her şeyi de görmezden gelecektir.

Yani zekice bir hareket yapsanız bile, daha güçlü ve yaşanan olayla çelişen bir inancın (aptal olduğunuz inancı) varlığı yüzünden, bilinçaltınız bunu görmezden gelecektir. Doğru ya da yanlış birçok delil toplayacak, içinizdeki inancı sürekli daha da çok besleyip, yıkıcı ve kendi kendini doğrulayan bir döngü kuracaktır.

Döngüyü Kırmak: İnançlarınızı Nasıl Değiştirebilirsiniz?

Bu enkazdan çıkmanın yolu, kendi inanç sisteminize meydan okuyup:

“Ben gerçekten bir aptal mıyım?”

“Hiç mi akıllıca bir şey yapmadım?”

Gibi soruları kendinize sormaktır.

İnançlarınızı sorguladıktan sonra sarsılmaya başlarlar. Bir sonraki adım da bilinçaltınıza, vardığı kanaatin yanlış olduğunu hareketlerinizle kanıtlamaktır.

Bilinçaltınızı yeniden programlamanın en iyi yolu eylemlerinizdir. Daha iyi bir yöntem yoktur.

Bilinçaltınıza zeki biri olduğunuza dair yeteri kadar delil verirseniz, zeki biri olmadığınıza dair inancını çöpe atmaktan başka çaresi kalmayacaktır.

Tamam, şimdi aslında zeki biri olduğunuza inanmaya başladınız. Bu yeni inancınızı destekleyecek deliller topladıkça (yeşeren tohumu sulamak), bunun zıttı olan fikir gitgide zayıflayacak, en sonunda da yok olacaktır.

Bir inancın ne kadar kolay değiştirilebileceği, bilinçaltında o inancın ne kadar uzun süredir bulunduğuna bağlıdır. Çocukluğumuzdan itibaren sıkıca sarıldığımız inançları değiştirmek sonradan edindiklerimize göre daha zordur. Ot yolmak, bir ağacı sökmekten çok daha kolaydır.

Zihninizin bahçesinde hangi bitkiler yetişiyor?

Onları kim ekti? Orada olmalarından memnun musunuz?

Eğer değilseniz, kendi istediklerinizi ekmeye başlayın.

Geçmiş Tecrübelerimiz Kişiliğimizi Nasıl Şekillendirir?

Burada, temel inançlar kavramından ve geçmiş tecrübelerimizin kişiliğimizi nasıl etkilediğinden bahsedeceğiz.

İnançlarımız ve ihtiyaçlarımız, davranışlarımızı etkileyen en önemli faktörlerdir. Fakat en nihayetinde, tüm olay inançlarımızdadır. Çünkü ihtiyaç duygusu da bir inançtır, bir şeye ihtiyacımız olduğuna dair beslediğimiz inançtır.

Doğduğumuzda beynimiz henüz tam gelişmemiştir, fakat çevremizden bilgi toplamaya ve bu bilgilerden yola çıkarak belli inançlar oluşturmaya hazırızdır. Hayatımızın geri kalanında bize rehberlik edecek o nöron bağlarını kurmaya hazır bir beynimiz vardır.

Bir çocuğu büyürken çok dikkatli gözlemlediyseniz neyden bahsettiğimi anlarsınız. Çocuklar çevreden gelen o kadar fazla veriyi o kadar hızlı emer ki 6 yaşına geldiğinde kafasında binlerce kanaat oluşur, bu kanaatler de dünyanın geri kalanıyla iletişime geçmesini sağlar. 

Temel İnançlar, Kişiliğimizin Özü

Çocukluğumuzda ve erken ergenlik döneminde oluşturduğumuz inançlar “temel inançlarımızı” oluşturur. Kişiliğimize etki eden en önemli faktörler, bu temel inançlarımızdır, fakat bu onlar ile sonsuza kadar ayrılmayacağımız anlamına gelmez.

Temel inançların değiştirilmeleri zordur fakat imkânsız değildir. Hayatımızın daha sonraki aşamalarında oluşturduğumuz inançlar, bunlara oranla daha esnektir ve çok çaba sarf etmeden değiştirilebilir.

Kişiliği Değiştirmek İçin İnançları Değiştirmek

Peki, inançlarımızı nasıl değiştireceğiz? İlk aşama, kişiliğimizi şekillendiren inançların bilincine varmaktır. Bunları teşhis ettikten sonra, geçmişinizi eşeleyip bu inançları neden oluşturduğunuzu anlamanız gerekir ki burası işin zor kısmıdır.

İnançların inşası bilinçaltındadır. Bu yüzden de inançlarımızla yüzleşirken, kendimizi güçsüz hissederiz. Fakat bilinçaltımızı bilince döktükten sonra bu savaşta güçlenmeye başlarız.

Değiştirmek istediğiniz inançları tespit edip bunları nasıl oluşturduğunuzu anlamak, bu inançların pençesinden kurtulup sizin davranışlarınızı etkilemelerine izin vermemek için yeterlidir. Farkındalık etrafındaki her şeyi eriten bir ateş gibidir.

Şöyle bir örnek ile açıklayalım: Örneğin bu ay işyerindeki performansınız çok kötüydü ve patronunuzu hayal kırıklığına uğrattınız. Patronunuz bir sonraki ay bu durumu telafi etmenizi bekliyor.

Fakat size bir performans raporu vermedi ve neyin düzeltilmesi gerektiği konusunda tek bir şey söylemedi. Yanlış giden şeyin ne olduğunu bilmeden bir şeyi düzeltebilir misiniz?

Kesinlikle düzeltemezsiniz! Bir şeyi düzeltmek için önce neyin yanlış olduğunu bilmek gerekir. Sadece bu da yetmez, nasıl ve neden yanlış olduğunu da bilmeniz gerekir. İnsan davranışlarında da durum aynıdır, davranışlarınızın altında yatan mekanizmayı çözemezseniz, onları değiştiremezsiniz.

Bazı Örnekler

Geçmiş tecrübelerimizin (özellikle çocukluk dönemi) davranışlarımızı etkileyen güçlü inançları nasıl oluşturduğunu göstermek için size birkaç örnek vereyim:

Çocuklukta istismara uğramış bir kadın yaşadığı olaylar yüzünden başkalarından daha değersiz olduğunu düşünür. Bu yüzden hayatı boyunca utanç ve düşük seviyede özsaygı ile boğuşması ihtimali çok yüksektir. Bu yüzden, muhtemelen utangaç ve içine kapanık biri olacaktır.

Ailenin en küçük çocuğu çevresindekiler tarafından sürekli ilgiye maruz kaldığı için sürekli ilgi odağı olma ihtiyacı besler.

Büyüdüğünde sırf ilgi odağı olmaya devam etmek için ilgi budalası, başarılı veya çok ünlü biri olabilir.

Kendisini ve annesini terk edip giden bir babaya sahip bir kız çocuğu, erkeklerin güvenilmez olduğuna dair bir inanç oluşturabilir. Yetişkin bir birey olduğunda erkeklere güvenmekte zorlanabilir, bir erkekle duygusal bir birliktelik kurmakta zorlanabilir. Sebebini bilmeden, girdiği bütün ilişkileri sabote edecek davranışlarda bulunabilir.

Ailesinin sürekli maddi kaygılara sahip olması yüzünden çocukken eline pek para geçmeyen çocuklar büyüyünce zengin olmayı takıntı haline getirebilir. Çok hırslı ve rekabetçi bir insan olabilir, finansal hedeflerine ulaşmayı başaramazsa depresyona girebilir.

Okulda zorbalığa maruz kalmış bir çocuk, güçlü olma ihtiyacı hissedebilir ve dövüş sporlarına veya vücut geliştirmeye çok ilgili olabilir. Salona bağımlılık derecesine giden insanlarla konuştuysanız, çoğunun küçükken zorbalığa maruz kaldığını veya kavgaya bulaştığını fark etmişsinizdir. Sadece görsellik için bu işi yapanlar azınlıktadır. İnsanlar hayat tecrübelerinden dolayı bazı güçlü inançlar, ihtiyaçlar ve düşünce sistemleri geliştirirler.

Bu örneklerin hepsi ihtiyaçlarını karşılamak için belli kişilik özellikleri geliştirmiştir, bu kişilik özelliklerine neden sahip olduklarını bilemeyebilirler, fakat zihinleri arka planda sürekli çalışarak ihtiyaçlarını karşılamaya uğraşır.

Bilinenin aksine, istediğimiz kişilik özelliğini geliştirmek için kendimizi eğitmemiz mümkündür. Geçmişinizin size bahşettiği bazı kişilik özelliklerini seviyor olabilirsiniz, fakat hoşunuza gitmeyenlerden de bunlarla bağlantılı olan inanç sistemlerinizi değiştirerek kurtulabilirsiniz.

Kadınlarla Asla Tartışma | Bağıran Kadınlar (video)

Merhaba millet. Ben Mr. Deer. Daha önce mutlaka durup dururken sesini yükselten veya bağıran kadınları görmüşsünüzdür. Özellikle kendine her şeyi hak gören bu sesi ile insanları etkisi altına almaya çalışan kadınların rezillik videoları internette epey dolu. Belki de sizin başınıza da gelmiştir. Benim başıma mutlaka geliyor. Tamam bende bazen eğlencesine özellikle feministlerle alay etmeyi ve tatlı kızları tatlı tatlı kızdırmayı seviyorum. Bazen de hiçbir alakam olmasa da bu çığırtkan kadınları mıknatıs gibi çekiyorum. Bunları ciddiye almak boşa uğraş. Zaten genel olarak kadınlarla tartışmak ve ciddiye almak saçmalık. Çünkü kadınların doğası Solipsist’dir. Kadınlarla mantıklı tartışma mümkün değildir.  Başta bahsettiğim saygısız, çırğırtkan kadınlarla ve genel olarak kadınlarla tartışma konusunu sizler için başıma gelen olaylarla ele aldım, İyi Seyirler.

Konu ile alakalı Sonsuzluk ve Bir Gün ‘ün yazısına da göz atamak için; link

 

Jordan Peterson – Engeller, Negatif Duygular ve Duygusal Denge

Kişilik ve Dönüşümleri kitabının Piaget ve Adım Adım Jung bölümünden.

Daha önceki mitolojik ve şamanik geçiş ritüelleri dersinde, insan evriminin keskin düşüş ve çıkışlarla bezeli, yukarı doğru bir çizgide olduğundan bahsetmiştik. Hayat yolunda ilerlerken başımıza ciddi bir engel çıkar. Bu engel ya bizi davranışsal olarak engelleyerek şu anki davranış planlarımızla hedefimize ulaşmamızı engeller ya da bundan daha karmaşıktır ve zaman içinde kendi davranışlarımızı entegre etmek için kullandığımız tüm yapıyı
sarsar.

Aradaki fark şöyledir. Partnerinizle dışarı çıktınız diyelim ve partneriniz oldukça gergin davranıyor. Yani diyelim ki şaka yapıyorsunuz veya gülümsüyorsunuz ama partneriniz buz gibi davranıyor ya da sinirli bir şekilde karşılık veriyor. Bu durumda siz de kendinizi buna göre ayarlarsınız. İşler bir miktar bozulur ve tüm gece mahvoldu diyeceğiniz bir hale gelir. Ama bu olduğunda tüm ilişki bitti demezsiniz. Gerçi bunlar sık oluyorsa o noktaya da gelebilirsiniz.

Bu durumda ona “tüm gece mahvoldu” diyebilirsiniz ve bu muhtemelen bir miktar aşırı reaksiyon göstermek anlamına gelir. Klinik psikolog olarak izlenimim, eğer insanlar katlanması zor bir şekilde davranıyorlarsa, siz bunu gözlemlerken üç kere bu şekilde davranmasına izin verin. Üçüncü kez aynı şekilde davrandığında “bak böyle davranıyorsun” deyin. Bunu söylediğinizde size “hayır öyle davranmıyorum” diyecektir. Siz de “Hayır böyle davranıyorsun. Bak şurada ve şurada böyle davrandın” dersiniz.
Bu durumda temelde kaybetmiş olur ve siz de direkt kazanan olursunuz. Ama sadece bir kerelik bir şeyse, dert etmemeniz daha iyi. Bir kere olduysa, bunun tek bir kez ve spesifik bir problem olmadığına dair elinizde bir delil yok. Ama üç kere olduysa artık elinizde güçlü bir delil var. Bu şekilde aşırı tepkisel olmak ile dik durmak arasındaki dengeyi tutturursunuz. Her şeye tepki gösteren biri de olmak istemezsiniz, itilip kakılabilen biri de. Yani fazla toleranslı olma ile tepkisel olup gereksiz kavgalar etme arasındaki denge için üç kere kuralı iyi işler.

Neyse, partnerinizle dışardasınız ve partneriniz oldukça sinir bozucu davranıyor ve siz bu davranışını değiştiremiyorsunuz. Şakalar yapmak yerine belki de telefonunuza bakıp onu kendi halinde sakinleşmeye bırakmak daha mantıklı. Bu şekilde onunla etkileşimde kullandığınız çerçeveyi fazlaca sarsmazsınız. Sonuçta akşam az çok planlandığı gibi
gidiyor ve hala size rehberlik eden algısal yapıları ve beklentileri kullanabiliyorsunuz.

Biraz ayar gerektiriyor belki ama bu ayar yüksek çözünürlükte ve çok küçük. Bu sizi biraz rahatsız edecek ve “ne oluyor?” diye düşüneceksiniz. Belki “bende bir sorun mu var?” diye düşüneceksiniz. Sıkılgan, içine kapanık insanlar genellikle böyle düşünürler. Ya da belki onda bir sorun olduğunu düşüneceksiniz. Ama ne olursa olsun bu olay o kadar da ciddi değil.

Bir de şu senaryoyu düşünün. Partnerinizle dışarıdasınız ve biri restorana giriyor ve sizin masaya gelip partnerinize “merhaba, kız arkadaşın / erkek arkadaşın olduğunu bilmiyordum. Geçen hafta buluştuğumuzda bana bundan bahsetmemiştin.” diyor. Şimdi bu tamamen farklı bir senaryo. Evet hepiniz bu senaryoyu duyunca güldünüz zira bunun gerçekten tamamen farklı bir senaryo olduğunu biliyorsunuz. Peki ikinci senaryo neden
birinci senaryodan daha sarsıcı? Eğer dünya ile ilgili varsayımlarınız bir anlamda bir hiyerarşi içinde düzenlenmişlerse, yaptığınız küçük küçük şeyler bu hiyerarşinin en altında mikro – detaylardır. Hiyerarşide soyutlaya soyutlaya en tepeye çıktığınızda, “ben sadakat temelli bir ilişki içindeyim” gibi bir varsayım vardır. Şimdi sadakat temelli bir ilişki içinde olmak ile mikro – detaylar arasında başka hiyerarşi seviyeleri vardır. Sarsıntı hiyerarşide ne kadar yukarı olursa, siz o kadar sinirlenip streslenirsiniz. Sinir bozucu partner pek dert olmayabilir ama sizi aldatan bir partner hiyerarşinin tepesinde bir sarsıntıdır. Bu seviyede sarsıntı sizi geçmişinizi ve geleceğinizi hatta belki de gerçekte kim olduğunuzu ve karşınızdakinin kim olduğunu sorgulamaya iter.

Bu gerçek bir felaket değil mi? Her şeyi darmadağın eden bir felaket. İşte bu daha önce konuştuğumuz yeraltı dünyasına yapılan yolculuktur. Piaget’in de buna benzer bir fikri vardı zira Piaget’in gelişim aşamaları teorisi de bu şekilde iniş ve çıkışlarla işaretlenmiş bir teoriydi.

Çocuklar kendilerini motor sistemlerden yukarı doğru inşa ederlerken, kendilerine ait ve faydalı bu küçük alt öğeleri canlandırıyorlar. Ama zaman zaman inşa ettikleri bu araçlar, alt kişilikler, arzuladıkları sonuçları yerine getiremiyorlar. Örneğin 3 yaşındaki bir çocuk kreşe gider ama arkadaş edinmekte zorlanır. Bu çocuk eve geldiğinde ağlar, öfkelenir ve sarsılmış bir şekilde “kimse benimle oynamak istemiyor” der. Biliyorsunuz çocuk bu
durumda gerçekten ağlar. Çocuk sanki yetkin olduğu bir sahadan yetkin olmadığı bir sahaya ışınlanmış gibidir. Duygular, özellikle de negatif duygular, sizin içinde yetkin olduğunuz bir sahadan yetkin olmadığınız bir sahaya geçtiğinize işaret ederler. Eğer ağlıyorsanız bu genelde endişe veya acı sinyalidir. Bazen öfke de insanı ağlatır ama ağlamak genellikle endişe ve acı sinyaller. Bu, bildiğiniz şeylerin artık arzu ettiğiniz sonuçları üretmeye yetmediği bir durumun içine düştüğünüz anlamına gelir. Böylece ağlarsınız ve yardım alırsınız. İnsanlar gelip sorunun ne olduğunu sorarlar ve size destek olurlar. Belki sizi teselli ederler, belki de sizin ne yapmanız gerektiği konusunda size tavsiye verirler.

Ya da siz eğer zeki bir ebeveynseniz, çocuğunuzla siz oynarsınız ve onun diğer insanlarla sosyal etkileşim yeteneklerini geliştirmesini sağlarsınız. Ya da onu diğer çocuklarla daha fazla oyun oynayabileceği yerlere götürürsünüz, onu gözlemlersiniz, onun bu küçük alt kişiliklerini geliştirmesine yardımcı olursunuz ve ona daha fazla bilgi vererek daha
sofistike biri olmasını sağlarsınız.

Bu Aşama Teorisinin Piagetçi fikirlerinin bir kombinasyonudur. Düşüşlerce çentik atılmış yukarı doğru ilerlemedir. Bu bir önceki yapının dünyaya artık iyi adapte olmamasından kaynaklanan kafa karışıklığı ve sonrasında gelen asimilasyon ve uyumdur. Piaget asimilasyon ile uyumu birbirinin zıddı şeyler olarak düşünürdü ama bunlar tam olarak zıt değiller ve bu anlaşılması zor bir şey. Ama Piaget’e göre asimilasyon demek, insanın şu
anki yapısının içine bilgi çekmesi ve içine bilgi çekilen yapının çok fazla değişmemesi demekti. Uyum ise insanın çok büyük hacimde bilgi çekmesi ki bu genellikle negatif bilgidir ve sonrasında bu bilgiyi anlamakta kullandığınız yapıda büyük sarsıntı yaratarak o yapıyı yeniden inşa etmek demekti.

Piaget bunları asimilasyon ve uyum olarak düşünüyor ama bunları asimilasyon mikro davranış seviyesinde olacak şekilde bir süreklilik halinde düşünmek daha kolaydır. Mesela çatal tutmaya çalışırsınız ama elleriniz uyuşmuştur. Çatalı birkaç kere kavramaya çalışırsınız ama başaramazsınız. Sonra tutuşunuzu değiştirirsiniz ve çatalı tutarsınız. Yani çok az biraz sinir bozucu bir şey. Alt tarafı çatala bakıp tutuş açınızı değiştireceksiniz ve bu sebeple dünya tepenize yıkılmayacak. Ama çorbanızdan fare ölüsü çıkarsa bu çok daha sinir bozucu bir şey ve bu yine hiyerarşik bir problem. Yani en alt seviyede, motor hareket yapılarına yakın seviyede, asimilasyon kolaydır: Yapmanız gereken tek şey benim harita olarak düşünmeyi sevdiğim şeyler üzerinde, harita ya da kişilik, ufak değişiklikler yapmaktır. Biliyorum kişilik ve harita birbirlerinden uzak şeyler gibi görünüyorlar ama aslında birbirlerine çok benziyorlar. Bu, ufak ayarlamaların mı yoksa
tüm yapıyı çöpe atmanın mı gerektiğine bağlıdır. Yani problem bijon somununu sıkılaştırarak mı yoksa yeni bir araba alarak mı çözülüyor gibi. Sizin seviyelerinizi zorluk seviyeleri olarak düşünebilirsiniz.

Bunu düşünmenin bir başka yolu da var. Bunu bilmeniz gerekiyor zira bir şey yanlış gittiğinde ne kadar stresli olacağınıza nasıl karar verdiğinizi anlamanız gerekiyor. Bu çok zor bir soru. Bir sabah yüzünüzde bir sivilceyle uyandığınızda ne kadar endişelenmeniz gerekli? Bunu bilmiyoruz. Belki hiçbir şeydir, belki de 6 ay sonra kanserden öleceksiniz. Bunu bilmiyorsunuz. Bir şeyler ters giderse insanların ne kadar strese kapılacaklarını nasıl ayarladıkları öyle bariz değil. Zira kötü giden şeyin ne kadar kötü gittiği o kadar belli değil. Diyelim ki yemeğe çıktınız ve partneriniz size kötü davranıyor. Bu 2 hafta içinde ayrılacaksınız anlamına mı geliyor? Aslına bakarsanız belki de bu anlama geliyor. O zaman neden dünyanın sonu geldi diye kafayı sıyırmıyorsunuz? Biliyorsunuz bazı kişiler
gerçekten de böyle davranabiliyorlar. Bu kişiler negatif duygu seviyeleri yüksek yani duygusal dengesizlik özellikleri yüksek insanlar. Bu insanlar en ufak bir anormallik, belirsizlik, tehlike, devamsızlık veya beklenmedik bir durum karşısında felakete uğrayacaklarmış gibi davranırlarken duygusal olarak dengeli bir insana “ben ayrılmak istiyorum” denildiğinde bu kişi biraz üzgün görünür ve belki bu bile onu çok rahatsız etmez.

Yani bu en alttaki mikro davranışlardan aşama aşama soyutlamalara giden motor hareket hiyerarşisini düşürseniz, bir şeyler ters gittiğinde ne kadar kaygı duyacağınızı nasıl hesapladığınızı anlayabilirsiniz. Sorunun küçük olduğunu varsayıp alt seviyede kontrol edersiniz. Eğer o seviyede çözülmüyorsa bir seviye yukarıya çıkarsınız. Arabanız bozulduğunda hemen yeni bir araba almazsınız. İlk önce mesela akü mü bitti diye bakarsınız. Zira bu yol, size en az sorun çıkaracak yoldur. Ve aynı zamanda bu zihin temizliği açıdından iyi bir şemadır.

Bu Occam’ın Usturası (Occam’s Razor) prensibine benzer. Occam’ın Usturasını biliyorsunuz değil mi? Bunu bilmeniz lazım. Occam’ın Usturası, Ortaçağ düşünürü Occam tarafından ortaya atılmış bir prensip. Occam “açıklayıcı prensiplerinizi gereğinden fazla çoğaltmayın” der. Bu ne demek? Eğer bir şeyin neden kötü gittiğine dair 6 tane açıklamanız varsa, bunları basitten karmaşığa doğru sıralayın ve en basit açıklamayı alın.
Eğer bu açıklama yetersiz ise bir sonraki en basit açıklamayı alın ve açıklama yeterli olana kadar böyle devam edin. Occam’ın Usturası, bilimde sıklıkla kullanılan bir kılavuz prensiptir. Eğer basit bir açıklamanız varsa, bunu bir sürü karmaşık varsayım ile daha da zor hale getirmeyin. Bu aslında daha derinde yatan bir gerçeğin de altını çiziyor olabilir: herhangi bir varlık kümesinin herhangi bir konfigürasyonda olma ihtimali düşüktür ama en az ihtimalli ve en karmaşık konfigürasyonda olma ihtimali çok düşüktür.

Her neyse, umarım anlaşılır olmuştur. Bütün bu fikirleri birbirine karıştırabilirsiniz. Kişilik hiyerarşinin en altında davranışlar var; en üstte ise soyutlamalar, mesela “iyi bir insan ol” gibi ahlaki soyutlamalar var. Başınıza beklenmedik bir şey geldiğinde, ne kadar kaygı ve acı duyacağınız, hasara uğruyor görünen seviyenin hiyerarşideki yüksekliği ile doğru
orantılıdır. Bu seviyeyi sizin bir şekilde tahmin etmeniz gerekecek ve bu tahmin de kısmen sizin mizacınıza bağlı. Eğer Duygusal dengesizliği yüksek biriyseniz, bir felakete uğradığınızı tahmin edeceksiniz ama eğer duygusal dengesizliği düşük biriyseniz, bunun sorun olmadığını düşüneceksiniz. Bu tahmin kısmen de sizin kendi yetkinliğinizi nasıl algıladığınıza bağlı. Duygusal dengesizliği yüksek biri olsanız bile geçmişte küçükten büyüğe problemlerle karşılaşmış ve bunları çözüp bir şeyler öğrenmiş biriyseniz, muhtemelen “evet bu bir problem ama ben problem çözebilen bir insanım o nedenle bu problem sorun değil” diyeceksiniz ki bu kendiniz hakkında düşünmenin iyi bir şeklidir. Bu, “herhangi bir problem yok” demekten daha iyidir. Böyle düşünürseniz zaten size bol şans. “Ben bir problemi, eğer probleme konsantre olursam başarılı bir şekilde çözen bir insanım” demek çok daha kullanışlıdır.

Sinir sisteminizin ne kadar endişe ve acı duyması gerektiğine karar vermesinin bir başka yolu da başka insanların size nasıl davrandığına bakmaktır. Eğer diğer insanlar size yetkin biriymişsiniz gibi davranıyorlarsa, sinir sisteminiz daha az duygusal dengesiz olacaktır. Daha fazla serotonin üreteceksiniz ve hata belirtilerine daha az global tepkiler
vereceksiniz.

Böyle bir dünyaya çocuk getirmek istemiyorum

Dünya bu kadar problemliyken insanlar, özellikle de dar gelirliler neden çocuk yaparlar diye sormuş bir arkadaş. Rasyonel bir nedeni var mı?

Şimdi burada birkaç soru var. Birincisi, “dünya bu kadar problemli iken insanlar neden çocuk yaparlar?” Dünyanın bu kadar problemli olmadığı bir zaman var mıydı ki? Yoktu ama dünyanın bundan kat be kat problemli olduğu zamanlar çoktu. Dünyayı bir ütopyayla karşılaştırırsanız (ki bu çıtkırıldım fikirlerin çıkış noktası o tip ütopyalı ve izin verildiğinde de dünyanın en korkunç distopyalarını yaratan fikir akımları) evet dünya çok problemli ama tarihi ile karşılaştırırsanız dünyanın en rahat çağında yaşıyorsunuz.

Bu lafı her duyduğumda aklıma Budist rahibe Tenzin Palmo’nun ünlü sözü gelir:

“Evet zaman kötü ama burası Samsara. Zaman ne zaman iyiydi ki?”

İnsanlar veba dünya nüfusunu kırarken, insanlar gümbür gümbür 2. Dünya Savaşına giderken, yarın nükleer savaş olup da kıyamet kopma ihtimali varken, kıtlıktan milyonlar ölürken çocuk yapmışlar. Siz problem görmemişsiniz.

İnsanların bireysel nedenleri olabilir ama genellikle gelecekten ümidi kesen insanlar çocuk yapmazlar, bu ümide sahip olan insanlar çocuk yaparlar. Birey olarak motivasyonunuz farklı görünebilir ama benim genelde gözlemlediğim bu. Gelecekten ümidi kesmiş, hayatın karmaşıklığıyla başa çıkamayan, yaşamaktan korkan insanlar bu tür düşüncelere sarılıyorlar.

Bir de şu an bu tür söylemler radikal çevreciler ve radikal feministler gibi antinatalist (üreme karşıtı) akımlar çok yaygın ve bu tür düşünceler özellikle entellektüel kesime çok yayıldı. Radikal çevreciler hızlı bir şekilde, insanlar olmasa dünya daha iyi bir yer olur, insanların sayısı azaltılmalı, dünyaya çocuk getiren çevre düşmanı, vs. Aslına bakarsanız ben radikal çevrecileri özellikle de insan düşmanı olanlarını, her karmaşa devrinde ortaya çıkan “kıyamet yakın” temalı tarikatlara benzetiyorum.  Bunların “böyle bir dünyaya çocuk mu getirilir?” fikri, onlardan etkilenmeye yatkın sol kesime yayılmaya başladı ve hızlı bir şekilde demografik olarak yok olmalarına neden oluyor. Bu iyi bir şey değil.

İkinci ve asıl soru, “dar gelirliler neden çocuk yapıyor sorusu”. Soru sanırım yanlış sorulmuş yoksa bu kibirli soruya cevap “neden yapmasınlar ki?” olur. Çocuk yapmak seçkin bir zümreye ait bir ayrıcalık mı yani? Sanırım asıl soru, “fakirler neden çok çocuk yaparlar?”.

Şimdi insanın evrimsel yazılımında, hayat zorlaşıp türün devamlılığı tehlikeye girdiğinde daha çok çocuk yapma eğilimi var. Bunu makro ölçekte görebiliyorsunuz. Ülkeler refaha ulaştıkça çocuk yapma oranları düşüyor. Ülkeler fakirleştikçe, çocuk oranları artıyor. Ya da daha doğrusu 5 yaş altı çocuk ölümleri azaldıkça, insanlar daha az çocuk yapıyorlar. Bill Gates’in sonradan bağlamından saptırılan ve bazı aşı karşıtlarının “aşı ile çocuklarımızı öldürecek” imasıyla pazarladığı bir ropörtajı var: “Aşılama ile nüfusu azaltabiliriz”. Aslında ropörtajın tamamını okursanız dediği şey şu: “Bir toplumda aşı ile 5 yaş altı ölümler azaltıldığı zaman, insanlar daha az çocuk yapıyorlar”.

Bu dürtü rahat evlerinde, henüz hayata atılmamış insanların anlayabileceği bir şey değil ama orada var. İnsanlığın 70 bin yıl önce 5,000 – 7,000 arasında bir nüfusa düşebildiği zamanlardan 1950’lere kadar uzun sürede gelişmiş ve 100 senelik bolluk dönemiyle ortadan kalkacak bir durum değil. Neden? Çoğunuz dünya bundan sonra bolluk içinde devam eder sanıyorsunuz ama devran birden dönebilir.

***

En son yayında biri kadınların çocuk yapıp kendilerini gerçekleştirmelerine bencilce demiş. Ben o ara yayından düştüğüm için soruyu da duyamadım, cevap da veremedim.

Çocuk yapmak ve yetiştirmek yüktür, bencilliktir, bu dünyaya çocuk mu getirilir gibi argümanları çok duyuyorum. Hiçbiriniz çocuk yapmak zorunda değilsiniz ama çocuk yapmaya bencil demeniz saçma. Hayatınızda çocuk yetiştirmemişsiniz bu belli ve yetiştirmenin ne kadar fedakarlık istediğinden de haberiniz yok. Tabii ki çocuğun hayatınıza kattıklarından hiç haberiniz yok.

Bir kadının anne olmak istemesi, anne olarak kendini gerçekleştirmek istemesi feministlerin en çok saldırdıkları şeylerden biri ve bizim camiadan birilerinin çıkıp buna paralel şeyler savunması bana çok absürt geliyor. Bir kadının ve adamın gelecek nesilleri yetiştirmesi az buz bir iş değil. Çok değerli bir şey.

Tabii genelde ortaya atılan argüman, çocuk yerine çok daha “ulvi” bir şeyler yapsak daha iyi olmaz mı? Ben bunu diyen adamları çok görüp sonra ne olduğunu da izlemiş yaştayım ve ne olduğunu size söyleyeyim. Bu adamların referans verdikleri bekar erkekler binde birdir. Kendileri genellikle sonraki 10 – 15 senede hiçbir şey yapmıyorlar zira çocuk “istemeyen” tarafları tembellikleri ve zaten başka bir şey de yapamıyorlar.

Çocuk yapmayan tembeldir demiyorum ama bunu “bencillik”, “bu dünyaya çocuk mu getirilir abey”, vs. gibi laflarla rasyonelleştirenlerin çoğunun derdi başka. Gerçekten bir şeyler yapmak için çocuk yapma şanslarını feda eden adamlar genellikle bir fedakarlık yaptıklarının farkında oluyorlar.

Tekrar edeyim, çocuk yapmak istemeyenlere sözüm yok ama çocuk yapmama bahanesi olarak çocuk yapmayı aşağı görmeye çalışanların motivasyonları bana hep şüpheli gelmiştir.

Kişilik ve Dönüşümleri – Jordan Peterson Psikoloji Ders Notları

Kişilik ve Dönüşümleri
(Dijital Kitap – Türkçe – 420 sayfa)

(Shopier’de sepete 225 TL ve üstü alışverişte %30 indirim var.)

İnsan olmanın temel motiflerinden biri, “bir engel ile karşılaştığımda, kendimi dönüştürebilirim ve böylece bu engeli aşacak bir yol bulabilirim” motifidir. “Kişilik ve Kişiliğin Dönüşümleri”, sizin sadece olduğunuz kişi olmamanız ve sürekli değişen bir varlık olmanızdan hareketle, sizi nelerin oluşturduğunu, bunların istaediğiniz yönde nasıl dönüşebileceğini ve dönüşüm potansiyelinizi işliyor.

Toronto Üniversitesi Psikoloji Profesörü Jordan Peterson, Kişilik ve Dönüşümleri dersi, bu konuyu tarihsel, felsefi, evrimsel ve biyolojik temellerine oturtarak size kişisel serüveninizde kullanabileceğiniz güçlü bilgiler sağlıyor.

Bu kitap, Jordan Peterson’ın kamuya açık psikoloji derslerinden derlendi ve bildiğim kadarıyla kendisi ile ilgili Türkçe’deki ilk kitap. Jordan Peterson’ın bu popüler derslerinin Youtube’da milyonlarca kez izlenmesinin bir nedeni var: Dersler arada teknikleşse de psikoloji derslerinden ziyade bir hayat dersleri. Ayrıca sürekli olarak kendinizle, başkaları ile ve başkaları ile etkileşiminiz ile ilgili bir şeyler öğrendiğiniz inanılmaz bir deneyim.

İyi okumalar.

Kişilik ve Dönüşümleri kitabını Türkiye’den satın almak için tıklayınız.

Kişilik ve Dönüşümleri Kitabını Türkiye dışından almak için tıklayınız.

Kitaptan bir bölüm: Erkekliğe geçiş ritüeli

Kitabın İçindekiler kısmına buradan bakabilirsiniz.

Sitedeki Jordan Peterson yazıları için tıklayınız.

Anahtar Kelimeler: Jordan Peterson Türkçe, Jordan Peterson Kitap, Evrimsel Psikoloji, Psikoloji Ders Notları, Beş Büyük Faktör Kuramı

Ümitcan Uygun’a gelen kadın mesajları ve hybristophilia

Aleyna Çakır’ın şüpheli ölümü yüzünden yargılanan ve sanırım şu an memleketin en sevilmeyen adamlarından biri olan Ümitcan Uygun’un hacklenen hesabından çıkan kadın mesajları günün konusu oldu. Hangi pembe masal dünyasında yaşıyorlarsa artık bazıları uyanıp “ay anneciğim bu nasıl olur?” modunda ama kadınların, en azından bazı kadınların, seri katil gibi son derece tehlikeli adamlara olan ilgisi bilinmeyen bir şey değil. Kızı öldürüp öldürmediği belli olmayan Ümitcan Uygur’u geçin 2 sene önce hamile karısını ve 3 – 4 yaşlarındaki iki kızını boğarak öldürdüğünü itiraf eden Chris Watts’a gelen mektupları görseniz ağzınız açık kalır. Ya da internetten Ted Bundy’nin mahkeme grupielerini izleseniz.

Bu fenomenin tıbbi bir adı bile var: hybristophilia. Seri cinayete kadar giden bir yelpazede suç işlemiş insanlara karşı duyulan cinsel arzu.  Kadınlar neden seri katillere aşık olur yazısında psikolog Leon F Seltzer bu olayı evrimsel psikoloji ile açıklıyor. Aşırı agresif ve güçlü erkeklerin (muhtemelen) ortalama bir erkekten çok daha fazla statü ve koruma sağlaması, kadınların onları daha çekici bulmasına neden oluyor. Bugün daha çok alfa erkek denilen bu dominant erkekler biliyorsunuz kadın fantezilerinin ana kahramanı.

“Bilinç seviyesinde çoğu kadın erkeğinin nazik, empatik, anlayışlı ve saygılı olmasını ister. Ama içsel programlamalarında oldukça fazla sayıda kadının zaafı olan “kötü çocuklara” olan arzu vardır. Bunun sebebi muhtemelen Angela Knight’ın dediği ve evrimsel psikologların onaylayacağı gibi şudur: “Kadınların içlerindeki mağara kadını, kapı paspası erkeklerin, kısa sürede kılıç dişli kaplana yem olacaklarını bilir.”

Görünen o ki arketip kadın fantezisi, dominant ve tehlikeli bir erkeği alıp onu kendi sevgisi ve ilgisi ile “evcilleştirmek”. Erkek arketip fantezisi olan dışsal bir canavarla çarpışıp onu yendikten sonra hazine ve kadın elde etmek gibi tehlikeli ama başarıldı mı ödülü büyük olan bir fantezi bu.

Kadınların okuduğu ve kadın pornosu diyebileceğimiz romanların konusu da hemen her zaman bu: tehlikeli, dominant ve gizemli bir erkeği evcilleştirme çabası. Dünyanın en hızlı satan kadın pornosu olan Gri’nin 50 Tonunu düşünün.

Burada bahsi geçen erkek tipi güçlü, “tehlikeli” ve dominant erkek. Ama bu erkek kadın romanlarında hemen her zaman da yaptığı işin en tepesinden ve istediğinde tehlikeli olabilecek ama tehlikeli olmak yerine görece erdemli olmayı tercih etmiş bir adam ya da en azından kadının çabası ile o hale gelebilecek biri. Bu fantezinin hastalıklı abartısı ise bu arzunun en azından sayıları azımsanamayacak kadar kadın tarafından gerçekten tehlikeli ve evcilleşmeyecek erkeklere de duyulması.

Bu, kadınların hem kendilerine kaynak sağlayacak hem de dışsal tehlikelerden koruyacak erkekleri tercih ettikleri ve güvenliğin devlete ihale edilmediği uzun tarih öncesi zamanlardan kalma bir eş seçim stratejisi. Bir erkek ancak kendisi de tehlikeli bir erkek ise dışsal tehlikelerle savaşabilir. Bir canavarla baş edebilmek için erkek de canavar kadar tehlikeli olmalı ama sadece canavarlar için tehlikeli olmalı (Batman’i düşünün). Günümüzde bir kadının bunu seçim kriteri yapmaya ihtiyacı yok gibi ama yüzbinlerce yıl boyunca kullanılmış bir eş seçim stratejisi beyne işlemiş vaziyette. Bu nedenle günümüzde bile tarih öncesi bir içsel dürtü, yüzeysel mantık ile açıklanması güç tercihlere neden olabiliyor. Ayrıca modern insan, kendisine güvenlik sağlayan medeniyetin nasıl kırılgan olabileceğinin farkında olmasa da bilinçaltı bunun farkında.

Burada tabii Ümitcan Uygur’un ünlü olması da etkili. Ün de yine oldukça arkeik bir dürtüye hitap ediyor: önseçilim (preselection). Ünlü, tercih edilen kişinin dominant ve eş olarak uygunluğu yüzlerce kişi tarafından onaylanmıştır mantığı.

Twitter’da mesaj kutuma “bu kadar fazla ilgi çekmesi çok garip geldi” mesajları geliyor. Bu ilginin nedenini anlamayanlar artık anlamışlardır sanırım.

Buna özenen arkadaşlardan da mesaj geliyor. Belli bir üne sahip, alanında yetkin ve dominant bir erkek olarak bundan daha fazla ilgi çekebilirsiniz. Bu adam kadar ünlü ve eli yüzü düzgün bir sanatçı, iş adamı, cerrah, vs. mesela daha az mesaj ya da ilgi mi görüyor sanıyorsunuz? Eğer bu ilgiye özendiyseniz bari bir de hem size hem de topluma faydalı bir yönde dominant ve “tehlikeli” bir erkek olun.

Bana sorularınızı uygun yazı altında sorabilirsiniz, benimle görüşme ayarlayabilirsiniz ya da ilişkiler setimize bakabilirsiniz. Youtube, Spotify ve Patreon kanallarımızı da takip etmeyi unutmayın.