Kişiye 17 Yaşındaki Halinin Vereceği Tepki

Ekşisözlük’te an itibarıyla 11 sayfa olan (sayfa başı 100 entry) böyle bir başlık var. Ve başlıktaki sadece son sayfadan birkaç alıntı:

— hâlâ aynı bataklıktasın hani hayallerim.

— artık bataklıktan yüzünü çevirip yıldızlara bakmalısın.

— bu ne amk.

— mk senin ben.

— oha kimi yedin?

— şu haline bir bak çok şişmansın, kaç kilosun sen?

— daha ölemedin mi sen?

— ben senin amk.

— öl, geber daha iyi.

— hişşşııykrt (bilek kesilme sesi)

— amına koduğum şişmanı

İnsanların kendine öfke kustuğu, hatta yaşamamış olmayı dilediği, bu derece birbirine benzer, bir yığın pişmanlık ifadesi neden var?

Farklı başlangıç noktalarından başlanıp ilerlenen farklı istikametlerin sonunda gelinen konumdan duyulan tiksinti, neden birbiriyle bu derece örtüşen, bu derece tahmin edilebilir bir model halini almıştır?

Arthur Schopenhauer şöyle der:

“Hayatımız, her daim peşinde koşup durduğumuz dinginliği hiçbir zaman bulma ihtimaline sahip olmayan bir devinim biçimine bürünmüştür: tıpkı bir tepeden aşağıya koşan adam gibi, eğer durmaya çalışırsa kaçınılmaz olarak düşecektir; ve ancak sürekli koşması halinde ayaklarının üzerinde durabilecektir. Yahut bir parmağın ucunda dengede duran çubuk, ya da yörüngesinde hızla ilerlemezse güneşi tarafından yutulacak olan bir gezegen gibi. Devingenlik varoluşun temel ayırt edici özelliğidir.”

Arthur Schopenhauer
Schopenhauer

Bu devingenliğin kritik önemini kavrayamayıp “Ne olacaksa olsun, sal rölantide gitsin” moduna girdiğin anda, o rölantideyken yıllar sandığından çok çabuk geçer ve soldaki saf mavi haplı çocuk sağdaki adama evrilir, hayata ve kendine dair bütün mavi düşleri suya düşmüş, hayata küsüp bunun öfkesiyle ve umutsuzluğuyla boğuşan biri. İyi bak:

kişiye 17 yaşındaki halinin vereceği tepki

Böyle olmak zorunda değil.

“Yapabileceğim hiçbir şey yok” bir bahane değil.

Bunu söyleme lüksünü hak ettiğini düşünüyorsan, sonuçlarını en baştan kabul edebilecek kadar ermiş olman gerek. Ermiş falan da değilsin, ee?

Namludaki 1 derecelik minik sapma 100 metre ilerideki bir hedefi 1.7 metre (2πr/360) ıskalamanıza, yani karavana atmanıza sebep olur. Bunun gibi, şu anki tercihlerinizde yaptığınız küçük bir ince ayar, bugün baktığınız istikametin 10 yıl ilerisinde tamamen farklı bir noktaya sizi götürür. Hatta “kelebek etkisi” yaratıp tahmin edemeyeceğiniz sonuçlar doğurur.

Konu, kontrolün dışında olan değil kontrol edebileceğin şeylerse, yaptığın ve yapmadığın tercihlerin, aldığın ve almadığın risklerin ve sorumlulukların toplamısın.

Bunun sonuçlarından da kaçamazsın.

Stanford marshmallow deneyi

Stanford marshmallow deneyi, 1060 ve 70lerde o zaman Stanford Üniversitesinde profesör olan psikolog Walter Mischel tarafından tatminin ertelenmesi (delayed gratification) üzerine yapılan deney serisinin adıdır. Bu deneylerde, çocuklar bir odaya alınıyorlar ve önlerine küçük bir şekerleme konuluyor. Deneyi yapan yetişkin, çocuğa şimdi çıkıp kısa süre sonra geri geleceğini, eğer kendisi geri gelene kadar o şekerlemeyi yememiş olursa kendisine 2 şekerleme vereceğini söylüyor. Daha sonra da çocuğu odada şekerleme ile yalnız bırakıp 15 dakikalığına gidiyor. Ödül bazı deneylerde marshmallow (lokuma benzeyen ama daha yumuşak bir şekerleme)  bazen de kurabiye oluyor.

Bu çocuklar daha sonra 1980’lerin sonu ve 1990’ların başında takip ediliyorlar ve bir çocuğun o şekerlemeyi yemeden bekleme süresi ile hayatta başarısı arasında direkt bağlantı bulunuyor (SAT sonuçları, eğitimde çıktıkları seviyeler, BMI (şişmanlık ölçüsü) gibi değerler dikkate alınıyor).

Deney aslında Trinidad adasında daha önce yine Walter Mischel tarafından yapılan bir başka deneyden esinlenmiş. Dr. Mischel burada farklı etnik grupların pervasızlık, öz kontrol ve hayattan zevk alma gibi alanlarda birbiri ile çelişen sterotiplere sahip olduğunu gözlemlemiş. Sonra da Trinidad taşrasında yaşları 7 ile 9 arasında değişen, etnik olarak Afrika kökenli ve Doğu Hindistan kökenli kız ve erkek çocuklar arasında bir deney yapmış. Çocuklara bugün 1 sentlik küçük bir şekerleme almak ile bir hafta sonra 10 sentlik şekerleme alma arasında tercih yapmaları istenmiş. Mischel, deney sonucunda Doğu Hindistanlı çocukların Afrika kökenli çocuklara göre çok çok daha fazla oranda tatmini erteleyebildiklerini gözlemlemiş. Yaş da önemli bir etken iken deneyi yüksek sosyal statülü ya da düşük sosyal statülü çocuklar arasında yapmanın sonuçları değiştirmediğini görmüş. Bakın işte sıkı durun burası önemli (Warren Farrell’ın kulakları çınlasın) : Afrikalı çocukların önemli bir kısmının babasız büyüdüğünü (Doğu Hindistanlı çocuklardan sadece birinin evinde babası yokmuş) ve evde babanın olmasının tatmini erteleyebilme ile çok sağlam bir ilişkisi olduğunu gözlemlemiş. Babalı ailelerden gelen çocuklar daha üstün tatmin erteleme kabiliyeti gösteriyorlarmış.

Mischel ABD’de deneyleri 4 – 6 yaş arası çocuklar üzerinde yapmış. Hazzı erteleyebilen çocukların bunun için kendileri ile savaşını gözlemlemiş. Bazı çocuklar şekeri görmemek için gözlerini kapamak, oyalanmak için sıraya ayağıyla vurmak, saçları ile oynamak vs… gibi şeyler yaparak kendileri ile savaşırken bazı çocuklar ise deneyi yapan kişi odayı terk eder etmez şekerlemeyi mideye indiriyormuş.

600 adet çocuktan çok az bir kısmı şekerlemeyi hemen mideye indirmiş. Çocukların üçte biri ikinci şekerlemeyi alabilecek şekilde şekere dokunmamış. Yaş, hazzın ertelenmesini belirleyen önemli bir faktör olarak bulunmuş.

İlk deneyin amacı sadece haz kontrolünün hangi yaşta ortaya çıktığını bulmak. Fakat 80’lerin sonunda Michiel bu çocuklar acaba şimdi ne yapıyorlar diye bakmaya başlamış ve artık birer yetişkin olan çocukların hayat başarıları ile deney sonuçları arasında hiç beklemediği bir bağlantı olduğunu görmüş!

Sonuçlar çok şaşırtıcı değil. Jordan Peterson – Başarı, fedakarlık, çalışmak ve hazzın ertelenmesi yazısında belirtildiği gibi “başarılı olanlarımız hazzı / ödülü erteleyebilenlerimizdir”. Bir insanın hayatta başarılı olabilmesi için yapması gereken her şey, o an haz veren bir şeyin ertelenmesini gerektirir :

  • Sabah düzenli olarak 8’de işte olabilmek için saat 6’da uykunun hazzının bırakılması gereklidir.
  • Oturup ders çalışmak, gym’e gitmek, gelecek haftaki toplantıya hazırlanmak vs … için, TV izlemek, oyun oynamak, chatleşmek, vs … gibi hemen elinin altında olan hazların bırakılması gerekmektedir.
  • Kilolu birinin kilo vermesi için, hemen bir pastaneden alabileceği pastayı almayıp, pastanın hazzını ne zaman olacağı belirsiz bir zamana ertelemesi gerekir.

Can Çekişen Çocuk

Adam, sterilize edilmiş odanın karşısına oturdu ve çocuğunun can çekişmesini izlemeye başladı.

Berlin’in kömürleşmiş ve paramparça olmuş enkazının içinde ve Sovyetlerin düşmanca konuşlandırılmış makineli tüfeklerinin altında, kendi krallığına ve ülkesine hizmet ederken soğukkanlılığını koruyabilmişti. Daha sonra, yetiştiği, yaşadığı, sevdiği ve ailesini yetiştirdiği ülke olan Amerika’ya, dünyanın öbür ucuna dönmüştü.

Şimdiyse bu eski raportörün elinden, ateşli bir havale geçirmekte olan ve migrenden kıvranan küçük oğlunun feryat dolu acılarını izlemekten, beklemekten, yorgun eliyle sarı bir not defterine sanki bir gazetecinin olağan bir huyuymuş gibi notlar almaktan başka bir şey gelmiyordu. Çocuk kıvranıp duruyordu, sonra yorgunluktan bitap düşüp tekrar yatağında sessizliğe gömüldü.

Haftalardır ellerini, kollarını, ayaklarını ve bileklerini kaplayan belirgin kan damarlarının çevresindeki yaralar kabuk bağlamıştı. Her geçen günle birlikte, yeni kabukların oluşması için gittikçe daha az boş yer kalıyor, artık şifacı olarak davranamayan ve sadece müşahit seviyesine düşen doktorların ve hemşirelerin ümidi gittikçe azalıyordu.

Günler ve geceler bulanıktı; uyku ve uyanıklık evreleri oyun, yemek ve dinlenme ile değil, şafak vaktinden önceki karanlık saatlerde uyanarak hemşirenin odasından yüzüne vuran sarı lambanın ışığı altında acıyla ağlayan ve olanlara anlam veremeyen masum çocuğun ateşinin alevlenme ve yatışma döngüsü ile yönetiliyordu.

Haftalar geçerken, adam, çocuğunun kafatasının içini kıvrandıran, aklını kavurup kül eden ve duyularını katleden menenjitin ilerleme sürecini not etmeye devam etti.

“Duyması azalıyor.” diye not aldı.

“Acı çekerken bile, kendisine bir şeyler olduğunu ifade edebiliyor ve duyamadığından yakınıyor.”

Sevgi ve savunmasızlık, üstünde yazılı kelimelerle parlayan o deftere kazınmıştı.

Son aşamaya gelindiğinde, bütün zorluklara rağmen havaleler kesildiğinde ve doktor, adamı bir kenara çekip “Tamam. Onu kurtardık.” deyince, alınan notlar durdu.

Öldürücü hastalık kaybolmuştu, acı gitmişti. Çocuğun sararmış başını kıvrandıran ızdırabın ve basıncın yerini, birer hediye olan sükunet ve uyku almıştı.

Bir süre sonra çocuk, ailesiyle birlikte evine döndü ve artık hiçbir şeyin bir anlam ifade etmediği bir dünyaya girdi. Dünya tepetaklak olmuştu, her şey bölük pörçüktü.

Artık sağırdı. Kuşlar, kahkahalar, müzik, insan sesiyle kurulan iletişim, her şey bu hastalık ve bedenine cılız bir umutla pompalanan ilaçlar tarafından çalınmıştı.

İç kulağındaki denge merkezini beynine bağlayan sinirler yandığı için, çocuk artık yürüyemiyordu. Algılanacak bir “yukarı” ve “aşağı” artık yoktu. Ayağa kendi başına kalkmak için yaptığı basit bir hamle bile dünyanın takla atıp ters yüz olmasına ve zeminin sıçrayıp herhangi bir sempati göstermeksizin suratına çarpmasına neden oluyordu.

Eskiden ona şarkılar söyleyen ve onu ninnilerle uyutan, evrendeki en güzel seslerinden biri olan ses, annesinin sesi artık sessizdi. Artık sadece, çocuğa dudak okumayı öğretmenin uzun ve yorucu sürecinde yavaşça kımıldayan bir ağızın olağanüstü çabası vardı, sanki çocuğun hayata devam etmesi buna bağlıymışçasına… Doğruydu, buna bağlıydı.

Arkadaşlarla ve aileyle olan yaşayan bağın hissiyatı tamamen kopmuştu. Artık çocuk sadece dinleyerek, gülmecelerin, konuşmaların, paylaşımların ve fısıldamaların ayrılmaz ve kabul edilen bir parçası olamıyordu. Eşit bir katılımcı değil, kalıcı şekilde üçüncü şahıs haline gelmiş, dışlanmış, sadece bir gözlemci durumuna düşmüştü.

Küçük bir erkek çocuğun, astronot, itfaiyeci, polis, asker olma rüyaları suya düşmüştü. Duyma, dinleme ve buna göre davranma kabiliyetine dayalı bir gelecek bir daha asla mümkün olmayacaktı.

Ve böylece çocuk artık bağımlı, incinmiş, korkmuş ve kimseyi anlayamadığı bir durumdaydı.
Sonunda o gün geldi; aile akşam yemeğine oturmuştu, çocuk yere uzandı ve yardım etmeleri için ağladı çünkü yürüyemiyordu. Fakat bir tek kişi bile yardıma gelmedi, uzandığı yerde acınası bir umutsuzlukla kalakaldı.

Ta ki öfke patlaması içinde çığlık atmaya başlayana kadar.

O zaman büyük ablası geldi ve yanıbaşında durdu. Dudaklarının okunabileceğinden ve anlaşılabileceğinden emin olacak şekilde konuştu:

“Ayağa kalk ve yürü!” dedi, “Ağlamayı bırak.” Suratı sert ve ciddiydi. “Dünya sana yardım etmeyecek.”

Ve arkasını dönüp ailenin yemek yediği mutfağa çıkan merdivenlere yöneldi.

Çocuk afallamış bir halde ve yüzleştiği gerçeğe isyankarca bir öfke içinde bir süre yerinde kalakaldı.

O an, içinde bir şey ortaya çıktı ve çocuk yerinde doğruldu. Merdivenlere baktı ve sessizce yüzünü eliyle sildi.

Sürünerek merdivenlere yöneldi ve kendini yukarı çekerek tırmanmaya başladı, kızgın bir şekilde, sonunda babasının oturduğu sandalyenin yanındaki boş sandalyeye ulaştı. Ve sandalyeye tırmanıp çıkana kadar nefes nefese uğraştı. Masadaki hiç kimse ona göz ucuyla bile bakmadı, yardım etmeyi önermedi. Sandalyeye oturmayı başarınca, babası ona baktı ve sakince çocuğun tabağına akşam yemeğinden koydu.

Ama o adamın gözlerinde, bir kraliyet muhafızları memurunun bir erkeğe verebileceği en büyük takdirin pırıltısı vardı.

Bu saygıydı, çocuk o bakışı bir daha asla unutmadı.

O gün 4 yaşındayım.

IVAN THRONE (Dark Triad Man)


The Dying Child
çeviri: Yin

"Ivan Throne 4 yaşında geçirdiği menenjit krizi nedeniyle duyma yeteneğini kalıcı olarak kaybetti. Ailesinin çabasıyla dudak okuma sanatını öğrendi. Çocuk yaşta uzak doğu dövüş sanatlarıyla ilgilenmeye başladı ve 30 yıl boyunca Japon Ko-ryū dövüş sanatıyla ilgilenerek ustalaştı. Maskülenlik, dark triad ve insan ilişkileri üzerine 4 kitap yazdı."