Siyaset ile kafayı bozmuş insanların hayatları problemli ve mutsuz

“Siyaset ile kafayı bozmuş olmak, bir insanın kişilerarası ilişkilerinin kötü durumda olduğunun iyi bir göstergesidir. Eğer siyaset ile ilgili finansal yatırımları yoksa, kişi siyaseti fazla kafaya takarak, hayatındaki güçsüzlüğün acısını çıkarmaya çalışıyordur. – Adam Lane Smith”

Eğer sizi kurtarması için bir insana bel bağladıysanız, bu insan muhtemelen sizi kurtarmayacak. Bu bir.  Kendi hayatınızı yukarı çıkarmak için sizin çalışıp çabalamanız lazım.  Evet, sizin kontrolünüz dışınızda olan ve hayatınızı etkileyen şeyler var ama sizi ve tüm toplumu “kurtaracak” doğru insan ya da kadro konusunu takıntı yapmalı mısınız?

Siyaset içinde olmadıkları halde siyaset ile neredeyse fanatik bir futbol taraftarı gibi ilgilenen kaç kişi gördünüz? Muhtemelen oldukça fazla sayıda.  Twitter’a girdiyseniz, Twitter’ın işinin çoğu bizi kimin kurtarabileceği, kimin düşman olduğu, kimin grubunda olduğumuz, kimi dışladığımız, vs. ile ilgili.

Bu tür tartışmalar büyük çoğunlukla mutsuz insanlar tarafından yapılıyorlar. Ya da tersinden söylersek, en mutlu insanlar sosyal medyaya girip siyaset konusunda atıp tutmuyorlar. Bu insanlar ara sıra sosyal medyaya girseler bile çocuklarının fotoğraflarını atmaya giriyorlar. Çoğunlukla da sosyal medyadan uzakta, gerçek hayatta, çocukları ile, aileleri ile, arkadaşları ile vakit geçiriyorlar. Yaşamlarını inşaa ediyorlar ve siyaset konuşup düşünmekten çok daha önemli işleri var.

Siyaset konusunda çok düşünüp, çok konuşmak bir telafi etme mekanizması. Bazen terapi ofisime siyaset konusunda konuşmaya çok hevesli insanlar geliyorlar. Ben de “tamam, şimdi gel istersen senin hayatına bakalım” diyorum. Ama kısa sürede konuşmayı kendi hayatlarından çıkarıp yine siyasete getiriyorlar. Çünkü kendilerinni, “doğru” şeyleri takip ederek, “doğru” siyasi görüşe sahip biri olarak tanımlıyorlar ve değerlerini buradan alıyorlar. Bu aynı zamanda onları güvende hissettiriyor zira bu konu hakkında konuşabiliyorlar. Bu şekilde daha ilgi çekici, daha kamçılanmış olmaya çalışıyorlar. Ama gerçek bir konuşma içinde oldukları yok. Bunu kendi hayatlarındaki problemleri konuşmamak için, onlardan kaçmak için bir telafi aracı olarak kullanıyorlar.

Bu kısmen denetim merkezini dışsallaştırma ile alakalı mı merak ediyorum. “Hayatım olmasını istediğim yerde değil, ilişkilerim olmalarını istediğim yerlerde değiller. Ve bu da benim dışımda olan şeyler yüzünden oluyor. Ekonomi yüzünden, sosyal medya yüzünden, göç yüzünden, Ukrayna Savaşı yüzünden, ilaç fiyatları yüzünden, sudaki östrojen yüzünden, vs. vs. 

Suçu kendi dışınızda, üzerinde etkiniz olmayan bir şeylere atabildiğinizde, şu anki problemlerinizi sizin çözemeyeceğinizi biliyorsunuz. Bu gerçekten de  sapkın bir mağdur zihniyeti zira suya östrojen katılmasını engelleyemeyeceğinizi biliyorsunuz. Ukrayna’daki savaşı siz bitiremeyeceksiniz.

Bu, bu tür şeylerle probleminiz olmayacak ya da bunların farkında olmayacaksınız anlamına gelmiyor. Ya da bunlarla ilgili kampanyalara katılamayacaksınız anlamına da gelmiyor. Ama bu tür dışsal şeyler sizin hayatınızda yönetici güçler haline geldiklerinde, örneğin parmağınızı ekonomiye uzatıp “ekonomi yüzünden ruh halim, tüm ilişkilerim ve tüm hayatım böyle” diyebiliyorsunuz.  

Önemli sayıda insan, siyaset ile ilgili düşünüp konuşmayı, karşılaştıkları güçlüklerle doğru bir şekilde yüzleşmekten kaçmak için kullanıyor. 

Siyaset önemsiz demiyorum. Evet ekonomi de berbat. Ama gerçek test şu: Biri siyasetten yakındığı zaman ona “bu konuda sen ne yapacaksın?” diye sorun. Eğer bu konuda bir cevapları varsa evet, bu insanlar kendi kişisel hayatlarının kontrolünü ele alabilen insanlardır. Ama eğer cevapları “şunu seçersek, şunu düşürürsek kurtulacağız, karşı tarafı yenmeliyiz, vs …” gibi şeylerse, siyaset ile ilgili konuşmaları, yazmaları ve düşünmeleri, bu insanlara hiçbir şey kazandırmayacak.

 

 

Adam Lane Smith

Daha az erkeğin üniversiteye gitmesi çiftleşme krizi yaratacak

New York Üniversitesi Profesörü, daha az erkeğin üniversiteye gitmesinin sonucu olarak ‘’çiftleşme krizi’nin ortaya çıkacağını ve Amerika’nın çok fazla meteliksiz ve yalnız erkek ürettiğini söyledi.

New York Üniversitesi profesörü Scott Galloway, Cumartesi günü CNN’ye verdiği demeçte kadınlardan sayıca çok daha az erkeğin üniversiteye gittiğini ve bunun bir “çiftleşme krizine” yol açtığını söyledi.

The Wall Street Journal’ın bu ayın başlarında ABD Eğitim Bakanlığı verilerine dayandırdığı haberine göre, 2020-21 eğitim öğretim yılının sonunda üniversite öğrencilerinin %59,5’ini oluşturan kadınlar, tüm zamanların en yüksek ‘’kadın üniversite öğrencisi’’ seviyesine ulaştı. Üniversite okuyan erkeklere bakıldığında bu yüzde %40.5.

Ulusal Eğitim İstatistikleri Merkezi’nden alınan verilere göre, 1970’de erkekler, üniversiteye kayıtlı olanların yaklaşık %59’unu oluştururken, kadınlar bu oranın %41’ini oluşturuyordu. Buna ek olarak, Journal önümüzdeki birkaç yıl içinde cinsiyetler arası eğitim seviyesi farkının artacağını ve böylece üniversiteden mezun olan her erkek ile karşılaştırıldığında bir mezun olan erkeğe iki üniversite mezunu kadın oranı yakalanacağını söyledi.

M.Galloway, CNN’e sorunun mevcut rakamlardan çok daha büyük olduğunu, çünkü kadınlara göre, erkeklerin okulu bırakma oranının daha fazla olduğunu söyledi. Aynı zamanda Bay Galloway, “Üniversite erkeklerin değil, kadınların alanı haline geliyor” dedi.

M.Galloway’e göre sorun, eğitimin kalitesinin artmamasına rağmen üniversitenin maliyetindeki artıştan kaynaklanıyor. Elit üniversitelerin başarılı öğrencilerin kayıtlarını artırmaya değil, lüks bir üniversite deneyimi sunmaya odaklandığını bildirdi. Ayrıca, üniversite çağındaki erkeklerin, onlarla aynı bölümde okuyan kadın meslektaşlarına göre daha fazla seçeneğe sahip olduğunu da sözlerine ekledi.

Ayrıca kendisi şu sözleri de söyledi: ‘’Bir erkek Florida’da bir inşaat alanında iş bulabilir veya 18 yaşında bir uygulama geliştirir, polis, itfaiye görevlisi olabilir veya alım satım işlerinde çalışabilir ve bu işlerden günde 100, 200 dolar kazanabilir. Ve bu, kişiye gerçek bir nimet gibi gelebilir.

Ancak Galloway, sınıflaştırmanın ötesinde bu bölünmenin toplum için varoluşsal bir tehdit oluşturduğu ve tehlikeli bir grup yarattığımız konusunda bizleri uyardı.

“Ülkede çiftleşme eşitsizliği var. Hatta üniversite mezunu kadınlar diploması olmayan erkeklerle birliktelik kurmak istemiyor’’ dedi ve ekledi: “Dünyanın en tehlikeli insanı, meteliksiz, yalnız adamlardır ve biz bundan çok fazla üretiyoruz.”

Ona göre, “dünyanın en istikrarsız şiddet içeren toplumlarının hepsinin ortak bir noktası var: Kendini herhangi bir işe, okula ya da ilişkiye bağlamayan genç ve depresif erkekler“.

Dergi, bu sıçrama için geri dönüş ihtimali olmadığını da bildirdi. Kadınlar ülkedeki üniversite çağındaki kişilerin %49’unu oluşturuyor, ancak 2021-22 öğretim yılı için kadınların 3.805.978 lisans diploması için kolej başvurusu varken, erkekler sadece 2.815.810 başvuruda bulundu.

2020 sonbaharında, Los Angeles California Üniversitesi kayıt sayısını 3.000 öğrenci artırdığında, bu kontenjanların %90’ı kadınlar tarafından dolduruldu. The Journal dergisine göre, aynı dönemde UCLA’ya(bir üniversite) kayıtlı öğrencilerin sadece %41’i erkekti.

UCLA başkan yardımcısı Youlonda Copeland-Morgan, erkek başvurularının kadın başvurularla kıyaslanamayacak kadar az olduğunu, çünkü daha az erkeğin başvurduğunu söyledi.

Pell Yüksek Öğrenim Fırsatları Enstütüsü’nün kadim üyesi Thomas Mortenson, “Erkekler kayda değer bir hızla kadınlardan geride kalıyor” dedi.

Kaynak: An NYU professor says fewer men going to college will lead to a ‘mating crisis’ with the US producing too many ‘broke and alone’ men

İnseller yeni vikingler haline gelebilirler

Unherd’de çıkan ilginç bir yazıyı sizinle paylaşıyoruz. Her ne kadar Unherd gibi ana akımdan uzak bir yayında editör olmasına rağmen, kırmızı hap ile ilgili bilgisi ana akım feminist cehaleti seviyesinde olan bir kadın tarafından yazılmış olsa da (insellere alternatif sağ, kırmızı haplılar diyor), insellerin bugüne kadar yaptıkları seri cinayetleri abartsa ve insel grubunun politik ve etnik durumundan bihaber olsa da (insellerin %45’i kendilerini solcu olarak tanımlıyor ve bu yazarın değindiği ABD’de insellerin temel şikayeti beyaz erkeklerin daha çok tercih edilmesi – %30 kadarı başka ırklardan – fakat abla insellere sağcı, ırkçı vs diyor) enteresan bir makale.

3. Dünya savaşı neredeyse geçen hafta Ladakh’ta başlayacaktı. (Bir süredir askeriyenin ve tansiyonun yükseldiği kuru, yüksek rakımlı Himalaya ve Çin sınırında yer alan Hint Keşmiri.) 15 Ocak’ta Çin ve Hint askeri gücünün 45 yılın ardından en az 20 Hintli ve en az 45 Çinli askerin öldürülmesiyle ilk somut çatışma patlak verdi. Dünyanın en kalabalık iki ülkesi arasındaki tansiyona sebep olan bir çok jeopolitik sebep var, ancak iki ülkeyi birbirine düşürecek zamandan münezzeh ve köklü bir sebep daha var – kadınlar. Ya da kadın kıtlığı.

Takriben 1015 yılında yazdığı Normandiya’nın Tarihi adlı kitabında Dudon (bkz. Dudo of St. Quentin~History Of Normans) Vikinglerin yaptığı yağmalamaların sebebinin kendilerine kadın bulamaması olduğunu savunmuştu. Bu görüş aynı zamanda antikacı William Camdem’in 1610 yılında yazdığı Britanya kitabında da yankılanmıştı: Camden “Vikingler; herkese yetecek kadın olmaması sonucunda aşırı sayıda genç erkeğin, güzel bir kadın bulup yuva kurma umudu olmadan maço bir şekilde etrafta takılmalarıdır.” şeklinde bir görüş ileri sürmüştü. (Yağmalamak, kelimenin tam anlamıyla Viking demektir).

Yani, ne zaman ki bu artık genç erkekler kendilerini yük olan bir topluluğa çevirsin; Camden’in deyimiyle, bir bölge bunları sürü ile kendine çeker.  Aralarında “yaramaz” olan genç erkekler baş belası olma yolunda denizaşırı ülkelere gemilerle gönderilir. Ki gönderildiler de.

Evrimsel biyolojide belirli bir türün üreme amacı güden dişi ve erkeklerinin birbirine oranına işaret eden ‘işlevsel cinsiyet oranı’ (operational sex ratio) adında bir terim vardır. Bu oran 50:50’den saptığı an, kalabalık olan cinsiyet,  daha kıt olan karşı cinsten kendisine eş seçmek için rekabete girecektir.

Bu terimden habersiz olsalar da Dudo ve Camden tam olarak bu fenomeni ortaya atmışlardır. Olası bir eşin kıtlığı ve “külfetli artık erkeklerin” çoğalması sonucu vahşet ve şiddet artar. 2019’daki bir araştırma göstermiştir ki; yüksek statülü erkeklerin sosyal bir norm olarak çok eşli olması (buradaki anlamıyla; bir erkek için bir çok kadın) sınır komşusu ülkelere saldırıda bulunması tavana çıkar. Bir avuç azınlık erkeğin uygun durumdaki kadınları tekeline almış olması, geriye kalan erkekleri statü ve kaynaklara sahip olmak için diğer ülkelere saldırmak zorunluluğunda bırakmıştır.

Hindistan ve Çin aşırı miktarda “külfetli artık erkek” popülasyonuna sahip. Yenidoğan erkek ve kız bebeklerin birbirine oranı normalde 105:100’dür. Ancak Mara Hvistendahl ‘Doğal Olmayan Seçilim’ (Unnatural Selection) kitabında gösteriyor ki, prenatal ultrasonografi ve cinsiyet öncelikli kürtaj sayesinde(!) Çin 118:100 ve Hindistan 108:100 oranına sahip. Bu oran Hindistan’ın bazı bölgelerinde 150:100’e kadar uzanıyor. Cinsiyet öncelikli kürtaj artık Hindistan’da yasaklanmış olsa da bu oranlar hala yaygınlıkta ve Hindistan’da erkek sayısı kadın sayısından 37 milyon daha fazla. Araştırmalara göre Çin’de ise erkek sayısı kadınlara göre 30 milyon daha fazla.

‘Üreme rekabeti’nin kadınların yararına olduğunun düşünülmesi elbette çok naif bir tahmin olurdu. Cinsel olarak dimorf(*) türlerin dişileri, rastgele birini değil de yavrularına avantaj sağlayacak olan erkeği seçerler. Kuşlar aleminde bunu, en iyi kuluçkayı kuran erkek kuşu seçmek olarak tercüme edebiliriz. İnsanlar için ise bu hipergami olarak karşımıza çıkar; erkek ne kadar fazla zenginse o kadar fazla kadın onu çekici görür.

Elbette bazı kadınlar bundan faydalanıyorlar: hipergami Çin’de acımasızdır. Çin’deki bazı genç erkekler kadınla çıkmak için bile olsa ailesine bir ödenekte bulunur, eşleşme yoksa geri ödeme de olmaz. Kadınlar, arabası, evi ve on binlerce dolarlık başlık parası olmayan hiçbir erkeği kabul etmiyor.

Ancak hesap diğer kadınlara patlıyor. İnsan hakları organizasyonları ‘kadın kıtlığı’nın çirkin yan etkilerinden bazılarının kadın kaçakçılığı ve cinsel istismar olduğunu bildirdi. Kadınlar Kamboçya ya da Vietnam’a göç edeceklerine inandırılıp hamile kalıncaya kadar bir odaya kilitlenip defalarca tecavüze uğruyorlar. Bazen bu kadınlardan bazılarına kaçmaları için izin veriliyor ancak bebeklerini geride bırakmak şartıyla.

Çin tarihi gösteriyor ki evlilik umudu kalmamış olan erkeklerin varlığı, zorbalık, şiddet ve hatta iç savaşa ortam hazırlıyor. 1863’de yaşanan Nian İsyanı evliliğe karşı umudunu yitirmiş erkekler tarafından yürütülmüştü. Toplum bilimci Prem Choudhry ise, Hindistan’daki kadın kıtlığının getirdiği, aile sahibi olmayan erkeklerin değersiz olduğu ve bir şekilde kendilerini kanıtlamaları gerekiyor olduğu görüşünün filizleniyor olmasının üzerine siyasetin aşırı uçlara kayacağını ön görüyor: “Eğer bekar kalmaya devam ederlerse, erkek bile olamadıkları ilan edilecek.”

“Yapraksız dalların” yerelde sorun çıkartmalarını engellemek için yayılmacı savaş alanlarına kanalize edilmesi tarihsel bir çözüm olarak karşımıza çıkar. Britanya’daki Viking yağmaları bunun bir sonucu idi, Septe’nin fethi de aynı şekilde. Portekiz Kral l. Peter’in piçi l. Jaoa, 1385’te tahta ‘yapraksız dalların’ destekleriyle geçmişti. Ancak ‘bekar erkeklerin’ haydutluğunun ve gaspçılığının kendi hükmüne karşı risk taşıdığını fark ettiğinde onları statü ve kaynak sahibi olabilmeleri için Afrika’nın kuzeyine, Avrupa’nın çirkin ve bitmek bilmeyen kolonileştirme tarihine ilk düdüğü çalmak üzere istilaya gönderdi. Etkileri bugün dahi
sürmekte.

Hindistan ve Çin arasındaki bütün tansiyonun faturası ‘bekar erkekler’e kesilsin demiyorum. Ladakh, Ganj nehrinin kaynağının yakınında; Hindistan’ın, Çin’in kontrolü altında olmasını istemeyeceği bir bölge. Modern uluslar ‘bekar erkekler’i yayılmacı bir politikayla Orta Çağ’daki İskandinavya veya barbar Portekiz gibi savaşlara gönderemez, ancak Çin’in, Vikinglerin ele geçirdiği Sakson kadınları gibi, Uygur kadınlarını kullandıkları rapor edildi.

Bir aileye sağlayıcı olarak maskülen değerini gösteremeyen erkekler ise kendilerini kanıtlamak için başka fırsatlara yöneleceklerdir.

Nükleer silahlı iki süper gücün politik iklimde öfkeli genç erkekler ile git gide sıkışıyor olması bizi endişelendirmelidir. Kendi ülkemizde yaşayan yılgın inseller de endişelendirmelidir. Her ne kadar batıdaki ilericiliğin cinsiyet içi ve cinsiyetler arasındaki rekabeti ortadan kaldırdığını düşünsek de ortaya dökülen bulgular bu yönde değil.

Bireyselleşmiş Batı’daki cinsiyet oranı 105:100 olsa da, günümüzde bunun direkt olarak aile yapısına bir yararı olduğu gözlemlenmiyor. Araştırmacılar kadınların eğitim seviyeleri ve ekonomik bağımsızlıkları arttıkça hipergaminin söneceğini umuyorlardı, “kadınlar aşağı yöne doğru da evlenecekler!” idi. Teoride, arzı yüksek bir alanda çalışan kadının, hayat şartlarında yükseliş olmasıyla beraber, boş zamanları sayesinde çocukları okuldan alıp bırakabilecek ve veli toplantısına gidebilecek bir sıvacıyla evlenmesi mantıklıydı.

Yüz binlerce yıldır kaynak ve statü sahibi olan erkeği seçmesine yönelik evrimleşmiş kadın canlısı, görünen o ki bugün de potansiyel olarak ‘en iyi’ partneri aramakta. ABD’de yakın zamanda yapılan bir araştırma da gösteriyor ki; eğitim seviyesi partnerinden daha yüksek olan kadınlar yine de kendisinden daha çok kazanan erkekleri öncelik alıyor. Bunu, yüksekten uçan kadının sıvacıyı es geçip kendisi gibi yüksek kazanca sahip bir erkeği araması, diye açabiliriz.

Probleme daha da eğilecek olursak, monogamik ilişkinin lehindeki sosyal normlar 1960’lardan bu yana gevşeme gösterdi – ancak bu, kadınları daha az müşkülpesent yapmış değil. 30 yaşına kadar bakir kalmış Amerikan erkeklerinin sayısı 2008 ve 2018 arası 3 kat arttı, ancak Amerikan kadınları için bu kadar keskin bir yükseliş söz konusu değil. Akla yatan tek açıklama, kadınların halen seks yapıyor olması; ancak çok küçük bir grup erkek için rekabet edip geri kalan erkekleri rafa kaldırıyor olmalarıdır.

Bunun yürürlülükteki karşılığını görmek istiyorsanız tek yapmanız gereken şey Amerikan erkeklerine verilen online-dating tavsiyelerine göz gezdirmeniz; “ona, oyun oynayan, ucuz bira içen, götünü göbeğini karıştırıp ağzına süren patates bir herif olmadığını göster.” (‘Alfa erkek’i tanımlamaya çalışan bir makaleden…)

Yani normal bir cinsiyet oranına sahip olsa bile kültürümüz, cinsel olarak umutsuz, artık erkekler yaratıyor. Angela Nagle ‘Kill All Normies’ (Vasatları Öldürün) kitabında, bu cinsel alt sınıfın ızdırabının politikaya da sızdığını iddia ediyor: “Monogaminin düşüşe geçmesiyle patlak veren cinsel modelde, elit düzeydeki erkeklerin çok daha fazla seçeneğe sahip olduğunu ve hiyerarşinin tabanındaki erkeklerde yoğun bir inselliğin yükselişe geçtiğini görüyoruz. Bu erkeklerin hiyerarşinin dibinde oluşlarının yarattığı kaygıları ve öfkeleri aslında, kadınları ve beyaz-olmayanları sert bir şekilde eleştirdikleri retoriklerinin kaynağıdır.”

Bunun bir takım zararsız kaybedenlerin paylaştığı kadın düşmanı meme’lerden ileri gitmeyeceğini düşünenler varsa, hatırlasınlar ki inseller bildiğiniz seri cinayet işliyorlar. “Kırmızı haplı” cinsel olarak yılgın anti feministler ve aşırı-sağcılar arasında dikkate değer genel bir kesişim var. Nien isyanında olduğı gibi ‘bekar erkekler’den kötü birer politikacı oluyor.

‘Bekar erkekler’den aynı zamanda coşkulu birer terörist de oluyor. IŞİD, cinsel köleliği, ‘yabancı’ terörizm adayları toplamak için “kurtarıcı” bir ortam olarak kullandı. Vikingler gibi, evinde umudu olmayan erkekler sevişebileceklerini düşünüyorlarsa dikkate değer nitelikteki riskleri alacaklardır, ve (yine bildiğiniz Vikingler gibi) sevişecekleri kadınların bunu isteyip istemediklerine bakmaksızın. Tersine, evlilik, deradikalize(**) ediyor: Aile Araştırmaları Enstitüsü’nün (Institute of Family Studies) araştırmasına göre, çocukları olan insanların beyaz-kimliği(***) ile örtüşen siyasi görüşler savunması ihtimali daha azdır. Aynı şekilde, Suudi Arabistan deradikalizasyon programı ekstrem uçlarda yer alanları evlendirmek ile ilgiliydi, çok da etkili oldu.

Bu durumu ‘kırmızı hapçı’ ya da ‘erkek hakları aktivisti’ damgası yemeden çözmeye kalkmak çok zor. Ancak politik ve sosyal bir problem olan ‘bekar erkekler’ durumunu, kadınları zorla bu
erkeklerden çocuk sahibi olmalarının bir çözüm olmadığına inanmak gayet tabi mümkün.

Bu probleme parmak basmanın kesinlikle bir feminist projesi olarak görülmesi gerekir. Umutsuz, alt tabaka bekarlığıyla savrulunulan bir hayata hapsolmak, erkekleri daha vahşi, cinsel açıdan tehlikeli ve siyasi olarak yıkıcı bir hale büründürüyor. Bu tabi ki de bir bahane değil, ancak bu bir gerçek. Veba gibi yayılan bu yükün hafifletilmesi direkt olarak kadınların da yararına olacaktır.

(*) Bir tür içinde iki farklı forma sahip olma durumu. (**) Deradikalizasyon, bireyin inanç sistemini değiştirme, aşırı ideolojiyi reddetme ve normal değerleri kucaklama sürecidir
(***)Kısaca beyaz ırktan olmanın bir marifet olduğunu düşünmek, bu yüzden beyaz olmasa da olduğunu idda etmek.

Kaynak: Incels could be new vikings

Rollo Tomassi Türkçe Çevirileri (Video+Makale)

Merhaba arkadaşlar,
Kendi kanalımda Rollo Tomassi‘nin yayınlarından kesitleri altyazılı video haline getiriyorum.

Yüksek zeka, akıllı olmak anlamına gelmez

George W. Bush aptal mı? Sekiz yıllık çalkantılı başkanlığı sırasında tüm siyasi görüşlerden pek çok kişinin aklını meşgul eden bir soru bu. Kesin cevap verecek olursak; hayır aptal değil. Hatta, Bush’un IQ puanının 120’nin üzerinde olduğu tahmin ediliyor, bu da onun zeka konusunda nüfusun en üst yüzde 10’luk diliminde olduğunu gösterir. Fakat, bu tabii ki her şeyi açıklamaz. Eski başkana sempati duyanlar bile, onun bir zihinsel açıdan ve karar verici konumda bir kişi olarak değerlendirildiğinde o kadar yüksek zeka diliminde olmadığını kabul ediyordu. Bush’a sadıklığı bilenen, başkanlık dönemindeki konuşma yazarı David Frum dahi onu “içi çok dolu olmayan”, “meraksız” ve “sonuç olarak bilgisiz” olarak nitelendirdi. Siyaset uzmanı ve eski Cumhuriyetçi kongre üyesi Joe Scarborough, zekası sorgulanan diğer ABD başkanlarıyla karşılaştırıldığında, Bush’un “tek başına ayrı bir grupta” olduğunu iddia ederek onu entelektüel derinlikten yoksun olmakla suçladı. Bush’un kendisi bile, düşünce şeklini tanımlarken; “çok analitik düşünmediği” söylemişti.

Peki Bush yüksek IQ’ya sahip ise, böyle biri nasıl bu tür entelektüel eksikliklere sahip olabilir? Başka bir deyişle, “akıllı” bir insan nasıl aptalca davranabilir? Kanada, Toronto Üniversitesi’nde insan gelişimi ve uygulamalı psikoloji bölümü profesörü olan Keith Stanovich, 15 yıldır bu bariz tutarsızlığı çözmeye uğraşıyor. Stanoivic, bu bağdaşmazlığın sandığımızdan çok daha fazla sayıda insan için geçerli olduğunu söylüyor. Ancak Stanovich’e göre bunda tuhaf bir şey yok. IQ testleri, mantık, soyut akıl yürütme, öğrenme yeteneği ve çalışma belleği kapasitesi dahil olmak üzere belli başlı zihinsel yetenekleri ölçmek için mükemmel bir yoldur. Bu testler, ne kadar bilgiyi aklınızda tutabileceğinizi gösterir.

Fakat, gerçek hayatın olağan akışında iyi kararlar vermek için gerekli olan çok önemli başkaca yeteneklerin ölçülmesi söz konusu olduğunda bu testler çuvalladığını söyleyebiliriz. Çünkü, IQ testleri, bir kişinin bilgiyi eleştirel bir şekilde tartma yeteneği veya kişi doğru karar vermeye çalışırken yanlış yöne gitmesine yol açabilecek bazı sezgisel, zihinsel önyargılarını aşabilme kapasitesi gibi şeyleri ölçemiyor. Yani daha açmak gerekirse, gün içinde ne yiyeceğimizi seçerken, paramızı dövize mi gayrimenkule mi yatıracağımız konusunda düşünürken veya iş hayatında karşılaştığımız zorlu bir müşteriyle nasıl başa çıkacağımız gibi kararları vermek zorunda kalırken kullandığımız rasyonel düşünce türünden bahsediyoruz. Gittikçe karmaşıklaşan bir dünyada yolumuzu bulmak için rasyonel düşünmede iyi olmak zorundayız. Birçok araştırmacıya göre, IQ testleri işte bu kâbiliyeti ölçemiyor.

Stanovich’e göre, IQ testleri insanların bilişsel yeteneklerini ölçmek için hala elimizdeki en etkili yol ama henüz rasyonel düşünmeyi ölçmek konusunda IQ testlerinden istifade edemiyoruz.” IQ testleri, bilişsel işleyişin önemli bir alanını ölçer ve akademik ve iş hayatında başarıyı tahmin etmede orta derecede iyidir. Ancak eksiktirler. Bir kişinin ‘İyi düşünme’ konusunda ihtiyacı olan tam teçhizatı ölçmek konusunda yeterli değiller.” diyor Stanovich. Yani, IQ her şey değildir.

Cambridge, Massachusetts’teki Harvard Eğitim Bilimleri Lisansüstü Bölümü’nde düşünme ve akıl yürütme becerileri üzerine çalışan David Perkins, IQ’yu açıklamak için şu örneği kullanıyor; “Yüksek bir IQ, bir basketbol oyuncusunun boyu gibidir”. Söylemek istediği şu; basketbol oyuncularının diğer her özelliği eşit olduğunda boyu uzun olanın boyu bir avantaj haline gelir, IQ’yu da işte böyle ele almalıyız. “Diğer her şeyin eşit olması çok önemli. Ama diğer her şey eşit değil. İyi bir basketbolcu olmak için uzun boylu olmaktan çok daha fazlası gerekir; aynı şekilde iyi bir düşünür olmak için yüksek bir IQ’ya sahip olmaktan çok daha fazlası var.” diyor Perkins.

Genel zeka olarak bilinen bir faktörü ölçmek için tasarlanan IQ testleri ve bunların yerine geçebilecek diğer testler, birçok işletme tarafından “en iyi” adayların seçilmesine yardımcı olmak için kullanılır ve ayrıca liselere ve üniversitelere girişte öğrenci seçme sınavı şeklinde işlev görür. ( Türkiye’de üniversite sınavı olarak bilenen AYT VE TYT, ABD’deki SAT sınavları gibi )  Yani üniversiteye yerleşebilmek için girdiğimiz sınavın bir IQ testi formu olduğunu söyleyebiliriz. Stanovich, “Zeka Testlerinin Gözden Kaçırdığı Nedir?” isimli kitabında (Yale University Press, 2008) “IQ testlerinin, ABD’deki milyonlarca insanın “akademik ve profesyonel kariyerlerini” önemli ölçüde belirlediğinin” altını çiziyor. Bilişsel işleyişin yalnızca sınırlı bir bölümünü ölçtüğünü iddia ettiği bu tür testlere toplumun “bol keseden ilgi” vermesine karşı çıkıyor.. İngiltere, Plymouth Üniversitesi’nde bilişsel psikolog olan Jonathan Evans da “IQ testleri gereğinden fazla kredi veriliyor ve bence çoğu psikolog buna katılacaktır” diyor.

Hakikaten, IQ puanları, bir kişinin belirli bir meslekte ne kadar başarılı olacağını tahmin edememelerinin yanı sıra, bireyin çok yönlü zekasının seviyesini ortaya koymada da zayıf bir gösterge oldukları öne sürülerek uzun süredir eleştirilmiştir. Fosilbilimci Stephen Jay Gould 1981’de The Mismeasure of Man’da genel zekanın sadece matematiksel bir yapaylık olduğunu ve kullanımının bilimsel olmadığını, kültürel ve sosyal açıdan da ayrımcı olduğunu iddia etti. Harvard Eğitim Enstitüsü’nden Howard Gardner 25 yıldan fazla bir süredir bilişsel kapasitenin en iyi matematiksel, sözel, görsel-mekansal, fizyolojik, natüralist, öz-düşünümsel, sosyal ve müzikal yeteneklerin bütünü açısından bakıldığında anlaşılabileceğini söylüyor.

Yine de IQ testini eleştiren birçok kişinin aksine, Stanovich ve diğer rasyonel düşünce araştırmacıları IQ testleri ile ölçülebilen, “zekayı” mental beceriler olarak nitelendirmekten rahatsız değiller. Bu “zekayı” yeniden tanımlamaya çalışmıyorlar. Bunun yerine, zekanın ötesine geçen – rasyonel düşünmenin temel araçları olarak tanımladıkları bilişsel-algısal kabiliyetlere dikkat çekmeye çalışıyorlar. Bu kabiliyetlerin, yargılama ve karar vermede zeka kadar önemli olduğunu iddia ediyorlar. Evans, “IQ, akıllı olmanın sadece bir parçası” diyor.

Rasyonel düşünme yeteneğinin zekadan ne kadar farklı olduğuna dair bir örnek olarak, şu bulmacayı düşünelim: Beş adet 3D yazıcımız var. Bu beş makinenin beş adet küçük alet üretmesi 5 dakika sürerse, 100 makinenin 100 aleti üretmesi ne kadar sürer? Çoğu insan  içgüdüsel olarak doğru “hissettiren” yanlış cevaba atlayıp “100” der. Daha sonra cevabı değiştirmek isteseler bile.. Bu tür ilk anda basitmiş gibi gelen ve ilk akla gelen cevapların yanlış olduğu sorulara “genel kanının aksi cevapları olan sorular” diyelim. Connecticut, New Haven’daki Yale İşletme Fakültesi’nden Shane Frederick, ABD’deki çeşitli kolej ve üniversitelerdeki (aralarında Harvard ve Princeton’ın da bulunduğu) yaklaşık 3400 öğrenciye bu ve benzer “genel kanının aksine cevapları olan sorular” sorduğunda, bunların yalnızca yüzde 17’si sorulan üç soruyu  birden doğru cevapladı. Öğrencilerin üçte biri herhangi bir doğru cevap veremedi (Journal of Economic Perspectives, cilt 19, s. 25).

Günlük hayatta bu üstteki örneğe benzer, farklı formlara bürünmüş sorunlarla karşılaşıyoruz. Muhtemelen beynimiz bilgiyi işlemek için iki farklı sistem kullandığından, dikkatli bir muhakeme yapmadan, sorunları sıklıkla yanlış anlıyoruz (bkz. New Scientist, 30 Ağustos 2008, s. 34). Beynimiz bilgiyi işlerken kullandığı iki sistemden birisi sezgisel ve spontane; diğeri ise üzerinde düşünerek yani bilinçli ve mantıklıdır. Her konuda bunlardan birisi daha iyidir demek yanlış olur. Bazı konularda sezgisel yol işimize gelebilir. Mesela, özel hayatımızda potansiyel adaylar arasından partner seçerken veya çok fazla deneyime sahip olduğunuz durumlarda sezgilerimizi kullanabiliriz…  Öte yandan, farklı durumlarda sezgisel yol kararları bizi tongaya düşürebilir. Örneğin, kendi benmerkezci bakış açımıza aşırı değer verdiğimizde olduğu gibi… Ölçüp biçerek karar verme yolu bilinçli problem çözmenin anahtarıdır ve sezgisel yol bizi yanlış yola sevk ediyor gibi görünüyorsa, bu sezgisel eğilimlerimizi ve yargılarımızı aşmamıza yardımcı olabilir.

IQ testleriyle ilgili sorun, akıl yürütme ve kısa süreli hafıza kullanımını kapsayan düşünceye dayalı becerilerimizi değerlendirmede etkili olmalarına rağmen, bunları duruma dayalı ölçememeleri yani durum gerektirdiğinde bunları kullanma eğilimimizi değerlendirememeleridir. Bu çok önemli bir ayrımdır: Princeton Üniversitesi’nden Daniel Kahneman’ın belirttiği gibi, zeka beyin gücüyle ilgiliyken, rasyonel düşünme kontrolle ilgilidir. Evans, “Entelektüel olarak yetenekli bazı insanlar, analitik düşünceye çok fazla girme zahmetine girmezler ve sezgilerine güvenmeye meylederler.” diye açıklıyor. “Diğer insanlar içlerindeki sesi dinleyip bunu gerekçelendirerek yaptıkları şeyden emin olurlar .” Bir IQ testi, birinin bu yollardan hangisini izleyeceğini tahmin edemez; George W. Bush gibi akıllı olduğu varsayılan insanların aptalca hareket etmesinin ardında yatan tutarsızlık bundan kaynaklanır.

Bazı deneylerde çeşitli entelektüel yeteneklere sahip insanların belirli rasyonel düşünme görevlerindeki performansları karşılaştırılıyor. Bush’un birçok “akıllı aptal” insandan yalnızca biri olduğu ve zekanın “iyi düşünme”nin zayıf bir göstergesi olduğu fikri bu deneylerden yola çıkarak ortaya atılmış. Geçen yıl yayınlanan bir çalışmada, Harrisonburg, Virginia’daki James Madison Üniversitesi’nden Stanovich ve Richard West, zeka ile bir kişinin bazı yaygın sezgisel düşünce tuzaklarından kaçınma yeteneği arasında bir ilişki olmadığını buldular. (Journal of Personality and Social Psychology, cilt 94). , s 672).

Stanovich ve diğer araştırmacılar, sayı oranları, olasılıklar, tümdengelimli akıl yürütme ve geriye dönük akıl yürütme kullanımını gibi belirli türde düşünme görevlerinde, zeki insanların daha iyi performans gösterdiğini buldular. Bu, bilhassa herhangi bir sezgisel tuzak bariz olduğunda, özellikle de doğru cevap mantığa veya soyut akıl yürütmeye – IQ testlerinin iyi ölçtüğü yeteneklere – bağlı olduğunda geçerli oluyor. Ancak çoğu araştırmacı, genel olarak, zeka ile başarılı karar verme arasındaki ilişkinin zayıf olduğu konusunda hemfikirdir. Bunun istisnası, insanların önyargılarından dolayı zayıf pozisyona düşüp hata yapabilecekleri durumlarda önyargıları konusunda uyarılmasıdır, böyle durumlarda yüksek IQ’su olanlar daha iyisini yapma eğilimindedir. Bunun nedenini Evans şöyle açıklıyor; “Akıllı insanlar her zaman her şartta diğerlerinden daha fazla akıl yürütmezler ama, akıl yürüttüklerinde daha iyi akıl yürütürler”.

Örneğin, aşağıdaki sorunu ele alalım. Jack Anna’ya, Anna ise George’a bakıyor; Jack evli, George değil. Bu durumda evli biri bekar birine mi bakıyor? “Evet”, “hayır” veya “belirlenemez” diye üç ayrı seçenek arasında seçim yapması istendiğinde, insanların büyük çoğunluğu üçüncü seçeneğe ( “belirlenemez” seçeneğine) gidiyor yani YANLIŞ seçeneğe. Yine de, tüm seçenekler üzerinden tek tek akıl yürütmeleri söylenirse, yüksek IQ’ya sahip olanların doğru cevaba ulaşmaları daha olası oluyor. ( Doğru cevap “EVET”tir çünkü: Anna’nın medeni durumunu bilmesekte, her iki durumda da bakan kişi evli bir kişidir (Jack). Stanovich’e göre bunun anlamı şu; “zeki insanlar ancak onlara ne yapmaları gerektiğini söylediğinizde daha iyi performans gösterir”.

Perkins’in açıklaması da şu şekilde: “IQ, sizin için yeni olan problemlerde daha büyük bir kompleks kavrama kapasitesine işaret ediyor. Ancak bu yetenekle ne yaptığımız bu yeteneği neye uyguladığımız bambaşka bir soru. Zihinlerimizi ışıldaklar olarak düşünelim. IQ, ışıldağın parlaklığını ölçer, ancak ışıldağı nereye doğrulttuğumuz da önemli. Bazı insanlar, birçok nedenden dolayı ışıldağı bir durumun diğer tarafına doğru tutmazlar –  o tarafı gözden kaçırmalarının sebebi yerleşik bazı fikirleri, önyargıları olabilir ya da rahatsız edici olabilecek şeylerden kaçınmak için ya da belki sadece aceleleri olduğundan… Işıldağın ne kadar yüksek bir WAT değerine sahip olduğu yani ne kadar iyi aydınlattığı bu tür akılsızlıklardan kaçınmak için yeterli değildir. Doğrusunu söylemek gerekirse de, süper zeki olmak bu bahsettiğimiz hatadan kaçınmak için bağışıklığa sahip olmak anlamına gelmez.” 1980’lerde, süper-zekilerin yüzde 44’ünün astrolojiye, yüzde 51’inin biyoritim gibi sözde bilimlere ve yüzde 56’sının uzaylılara inandığını bulundu. (Skeptical Inquirer, cilt 13, s 216). Zihinlerimizi ışıldak olarak düşünelim demiştik; IQ, ışıldağın parlaklığının göstergesidir, ancak nereye doğrulttuğumuz da önemlidir.

Öte yandan, IQ’nun rasyonelliğin zayıf bir göstergesi olduğu fikri de eleştirilerden muaf değildir. Laredo’daki Uluslararası Texas A&M Üniversitesi’nde insan davranışının arkasındaki genetik ve çevresel faktörleri inceleyen Christopher Ferguson, yüksek IQ’ya sahip olanların daha uzun yaşama ve daha fazla kazanma eğiliminde olduklarını bu yüzden de zeki insanların daha rasyonel olduğunu varsaymamız gerektiğini söylüyor. Ferguson, “Yüksek IQ sahibi insanlar daha fazla bilgi birikimine sahip olmaya yatkınlar bu da daha iyi kararlar vermelerini sağlıyor.” diyor.

Lakin, Pennsylvania, Pittsburgh’daki Carnegie Mellon Üniversitesi’nden Wändi Bruine de Bruin, zekanın birinin iyi bir düşünür ve karar verici olup olmadığını belirleyen tek faktör olamayacağını gösterdi. 18 ve 88 yaşları arasındaki 360 Pittsburgh sakini üzerinde yaptığı bir çalışmada, araştırmacı ekip, zeka farklılıklarına bakılmaksızın, daha iyi rasyonel düşünme becerileri sergileyen insanların hayatları boyunca ciddi kredi kartı borcu yapmak, kazâra hamile kalmak, okuldan uzaklaştırma almak gibi olumsuz olaylardan önemli ölçüde daha az muzdarip olduğunu buldu. (Journal of Personality and Social Psychology, cilt 92, s 938). Pittsburgh’daki Rand Derneği’nde çalışan Andrew Parker ve Carnegie Mellon’daki Baruch Fischhoff, ergenler arasında da benzer bir ilişki buldu. Bir karar verme yeterliliği testinde daha yüksek puan alanlar daha az alkol tüketiyor, daha az uyuşturucu kullanıyordu ve genel olarak daha az riskli davranışlarda bulundular. (Journal of Behavioral Decision Making, cilt 18, s 1). Fischhoff’e göre bunlar olumlu yaşam deneyimleri için rasyonel düşüncenin zekadan daha önemli olabileceğini gösteriyor.

Stanovich’in teorisine getirilebilecek güçlü bir eleştiri, IQ testleriyle birlikte kullanılabilecek kanıtlanmış bir rasyonel düşünme becerileri testinin olmamasıdır. Kahneman, “Zekanın neyi ölçmediğini söylemek yeterli değil, rasyonaliteyi ölçmenin alternatif yollarını önermelisiniz” diyor. Stanovich, evrensel bir “rasyonalite bölümü (RQ) testi” geliştirmek için milyonlarca dolarlık bir araştırma programı gerekse de, bunun yapılamaması için teknik veya kavramsal bir gerekçe olmadığını savunuyor. Bu konuda zaten hali hazırda da Bruine de Bruin ve Fischhoff tarafından kullanılan karar verme yetkinliği ölçüsü gibi birkaç iddiacı var.

Geçerli bir RQ testi faydalı olur mu? Bruine de Bruin, “Varsayımsal olarak evet, çünkü insanların işlerinde ne yapacaklarıyla daha “doğrudan” ilgili becerileri kapsayacaktır” diyor. Kahneman, beyin gücü ölçümleri olarak IQ testlerinin akademik seçim için iyi çalıştığını savunuyor. “Ancak, özellikle kapsamlı ve fazlaca dürtüsel olmayan bir liderlik tarzı istiyorsam, yöneticileri veya liderleri seçmenin bir yolu olarak RQ testlerini ciddi düşünürdüm” diyor.

Ancak bir sorun var: IQ’nun aksine, insanları RQ testlerinde başarılı olacak şekilde eğitmek nispeten kolay olurdu. Evans, RQ, “İnsanların sahip oldukları kapasiteyi ne derecede kullanmaya meyilli olduklarını ölçer” diyor. “Normal eğilimleri bu olmasa bile, insanları sezgilerini görmezden gelmeleri ve akıl yürütmeyi kullanmaları için bu teste yönelik eğitebilirsiniz.”

Madalyonun öbür yüzü ise şu; herkes rasyonel düşünme ve karar verme becerilerini geliştirebilir. Ann Arbor’daki Michigan Üniversitesi’nden Richard Nisbett ve diğer araştırmacılar, istatistiksel akıl yürütmede sadece yarım saatlik bir eğitimin, bir kişinin günlük durumlarda rasyonel düşünmeyi kullanma yeteneğini geliştirebileceğini keşfettiler. Bu konuda gelişmek için resmi bir eğitime bile ihtiyacımız yok: Kendi kendimize öğretebileceğimiz pek çok numara var, diyor Perkins.

Aynı şeyi yapan liderleri seçmek için daha donanımlı olabiliriz.  “Bush’un yerine gelen başkan entelektüel idi, bilişsel esneklik gösteriyordu, yaygın inançları sorgulayabiliyor, tutarsızlığa gelemiyordu, ve öngörülüydü.” diyor Stanovich. “Rasyonel düşünme profilleri açısından baktığımızda Bush ve Obama birbirinden son derece farklıydı.” Bu arada Başkan Obama’nın IQ’su ortalamanın oldukça üzerindeydi- ama hatırlarsanız yazının başında açıkladığımız üzere Bush’unki de öyleydi.

Çeviri: Why a high IQ doesn’t mean you’re smart

Kırmızı Hap Mantığı: Üçleme (Geçmiş, şimdi ve gelecek)

Kırmızı hap topluluğunun kendini geliştirme odaklı yönü, benim için topluluğun en favori yönlerinden biri. Bunun birçok erkeğin hayatına büyük bir değer kattığını düşünüyorum. Bu sadece erkeklere ilham vermekle kalmıyor, aynı zamanda onların kendilerinden sorumlu olmalarını da sağlıyor. Ama değişimin bir problemi var. Değişim, şimdi ile gelecek arasına bir boşluk getiriyor ve hatta geçmiş ile şimdi arasına daha büyük bir boşluk koyuyor.

En son Red Man Group podcastında, dinleyicilerden biri, “yapana kadar yapıyormuş gibi yapmak” hakkında çok güzel bir yazılı soru sordu. Soruyu soran, kendisini profesyonel yaşamında başarılı biri olarak tanımladı. İyi para kazanıyormuş, işi çok iyiymiş ve genel olarak hayatı düzendeymiş. Ama genel olarak etkileşimlerindeki karakterini değiştirmeye kalktığında, özellikle de kadınlarla olan etkileşiminde, kendisini “sahte” hissettiğini söyledi. Bu adam, ortalamanın üstünde değere sahip bir erkeğe benziyordu, en azından kendi tanımlamasına göre. Ama o, kendisini böyle hissetmiyordu.

Bu kişi bana, bir süre önce düzenli olarak konuştuğum başka bir erkeği hatırlattı. Bu adam da hayatını radikal bir şekilde değiştirmeye çalışıyordu ve kendisini sürekli olarak geçmiş tercihleri, şimdiki arzuları ve gelecek vizyonu arasında sallantıda buluyordu. Bu açıdan bu adam, podcast esnasında soru soran adamla benzer durumdaydı. Herhangi bir anda üç durum içinde bulunuyoruz: geçmişimiz, şimdimiz ve potansiyel geleceğimiz. Yani biz aynı zamanda hem geçmiş kişiliğimiziz, hem şimdiki kişiliğimiziz hem de gelecekteki kişiliğimiziz.

Geçmiş, Şimdi ve Gelecek

Geçmiş kararlarımız, kendimizi içinde bulduğumuz şimdinin nedenleridirler. Erkekler kendilerini erkek komünitesinde (manosphere) buluyorlar zira hayatlarında değiştirmek istedikleri bir arıza var ama bunu nasıl değiştireceklerini bilmiyorlar. Çoğumuz geçmişimizde, hem şu an içinde bulunduğumuz durumu, hem de dünyayı ve kendimizi algılayış şeklimizi çeşitli derecelerde etkileyen tercihler yaptık. Aynı zamanda da geçmişimizi şimdiki zamandan bakıp gözden geçirmek, artık sonuçları bildiğimiz için, genellikle nerede hata yaptığımızı görebilmemizi sağlıyor. Ama iyi çocuklar sıklıkla nerede hata yaptıklarını da göremiyorlar. Tam tersi, geçmişlerini gözden geçirdiklerinde, kendilerinin her şeyi doğru yaptıklarını görüyorlar ama sonuçlar, tahmin ettikleri sonuçlarla uyuşmuyor.

İyi çocuklar, iyi notlar almak, iyi bir okula gitmek, iyi bir iş edinmek, tahmin edilebilir bir hayata sahip olmak ve kendilerine geliştirmeleri söylenen özellikleri geliştirmek, kendilerini iyi birer baba ve koca yapmak için çaba harcıyorlar. Bazen bu şahane bir süreç olarak devam ediyor zira bir süre bunun böyle olduğu kendilerine söyleniyor. Sonra 20’lerinin sonuna geliyorlar. İyi bir işleri, iyi gelirleri, eşitlikçi kafa yapıları oluyor. Aynı zamanda kadınlarla da görece tecrübesiz oluyorlar ve 15 yıllık sürecin çoğunda kendilerine şunu söyleyip duruyorlar: “Kadınlar bir kez kötü çocukların kendileri için iyi olmadığını öğrenecek kadar olgunlaştıklarında, gelip iyi çocukları bulacaklar.”

Ve sonra birden bire, lisede, üniversitede ya da mezun olduktan sonraki dönemde yüzlerine bile bakmayan kadınlar, restoranda, yüzlerinde büyük bir gülümseme ve her sözlerini dikkatle dinleyerek karşılarında oturuyorlar.  Kısa süreliğine de olsa, “hatun eskisi kadar güzel değil, biraz kilo almış, yüzünde kırışıklıklar oluşmaya başlamış ve gözlerinde eski yaşam enerjisi yok” diyorlar ama tüm bu düşünceler, endofrin ve oksitosin selleri içinde boğulup gidiyorlar. Ve sonunda erkek kendisini evli buluyor. Mutlu bir evlilik, iyi bir ev ve 2.5 ile dolu bir gelecek kurguluyor.

5-7 yıl sonra ise bu erkeklerin birçoğu, kendilerini bir stüdyo apartman dairesinde, son yıllarını ellerinden gelen her şeyi yaparak, tamir edilemeyecek bir şeyi tamir etmeye çalışmış buluyorlar. O durumda da sefil bir şimdi ve takıntılı bir şekilde düşündükleri geçmiş ile, kendileri için bir gelecek düşünemedikleri bir duruma hapsoluyorlar.

Batı dünyasında tekrarlanıp duran bu hikaye, geçmişimizin şimdimizi şekillendirmesine rağmen, geleceğimizi şekillendiremediğine verilebilecek örneklerden biri.

Geçmiş ile savaşmak

Geçenlerde Twitter’da, insanların şimdisinde sadece 3 tercihle karşı karşıya olduklarını yazmıştım. İnsanlar şimdilerini daha da iyi hale getirebilirler, reddedebilirler ya da aynı bırakırlar. Cinsiyet Ekonomisi (Gendernomics) terimleri ile söylersek, kendilerine daha fazla yatırım yapabilirler, kendilerine daha az yatırım yapabilirler ve böylece bakım-tutum için gerekli yatırımı karşılayamazlar ya da bakım-tutumu anca karşılayacak kadar yatırım yaparlar. Çoğu insan için, birinci tercih, geçmiş tercihlerinin yarattığı şimdilerinin verdiği tatminsizlik ile yapılır. Reddetme tercihi nadiren bilinçli bir şekilde yapılır ama düşüş doğal olur ve bu düşüşü engellemek için ise, insan bu bilinçaltı tercih ile bilinçli bir şekilde savaşmalıdır. Aynı kalma tercihi de nadiren açık gözlerle yapılır. Bu tercih genellikle, konfor alanında, alışkanlıklarının yönetiminde kalmanın sonucudur.

Başlangıçta bahsettiğim iki erkek, kendilerini döngünün iki farklı pozisyonunda bulmuşlardı. The Red Man Group’a soru soran erkek, şimdiki durumunu oldukça tatminkar buluyor görünüyordu ama kendisini daha da geliştirmek isterken, aynı zamanda geçmişinden koparak, gelecekte içi dışı bir biri olmak istiyordu. Benim arkadaşım ise kendisini geçmişinden tam olarak koparmayı başaramamıştı ve bunu yapma arzusu da yoktu. Marx’tan alıntılayacak olursak:

“Onlara halleriyle ilgili hayallerinden vazgeçmeleri konusunda çağrı yapmak, onlardan hayal kurmayı gerektiren hallerini terk etmelerini de istemektir. – Karl Marx”

Bir insanın hem şimdiki halinden tiksinmesi, geçmişte yaptığı hataları görmesi ama buna rağmen konfor, bilinirlik ve alışkanlık kurbanı olması mümkündür. Einstein’ın “Delilik, aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemektir” sözü çok bilinen bir söz. Geleceğinizin geçmişinizden farklı olması için, şimdiki zamanda, geçmişte yaptığınızdan farklı tercihler yapmanız gereklidir. Ama bunu yapmak, alışkanlıkları kıracağı için, insanın kendisini bilerek ve isteyerek oldukça rahatsız edici bir duruma sokmasını gerektirir. Ölüm – kalım durumlarında hangi durumu seçeceğiniz oldukça kolaydır ama çabalarınızın sonuçlarını henüz göremiyorken konfor alanınızdan çıkıp rahatsız edici bir duruma geçme tercihi çok daha zordur.

Sahtekar Sendromu

Başta bahsettiğimiz erkeğin yaptığını yaparak kendinizi büyük oranda geliştirdiğinizi ama buna rağmen “sahte” ya da herkes sizin aslında içiniz ile dışınızın bir olmadığını gördüğünü hissettiğinizi varsayacağım. Bu, 1978 yılında bazı klinik psikologlar tarafından üretilen Sahtekar Sendromudur (Imposter Syndrome). Sahtekar sendromuna sahip insanlar, kendi başarılarını içselleştirmeyi başaramazlar ve sürekli olarak sahtekar biri olarak ifşa edileceklerinden korkarlar. Araştırmalar kadınlar üzerinde yapılmış ama bu sendrom, cinsiyetler arası fark gösteren bir olaya benzemiyor. Ama açıkçası, cinsel pazar değeri konusunda erkeklerle yaptığım görüşmelerde gördüğüm, erkeklerin kendi değerlerini küçümserken, kadınların kendilerini olduklarından daha değerli gördükleri.

Sahtekar sendromunun belirtileri şunlar:

  • Mükemmeliyetçilik
  • Aşırı çalışma
  • Kendi başarılarını küçümseme
  • Başarısızlık korkusu
  • Övgüleri dikkate almamak

Bunlar iyi çocuklar ve kendilerini herhangi bir nedenle kırmızı hap camiasında bulan erkekler arasında çok yaygın olan özellikler. Kendilerini geliştirmek için inanılmaz çaba harcıyorlar, mükemmeliyetçilik tarafına kayacak şekilde en iyi okullar, en iyi notlar, en prestijli işler ve birçok başarı peşinde koşuyorlar ama bütün bunlara rağmen kendilerini herhangi bir kadından daha değersiz görüyorlar. Bu kısmen kadınları göklere çıkarmanın bir sonucu, ama diğer ve daha önemli bir neden de, bu erkeklerin kendi öz algılarını hiçbir zaman güncellememiş oldukları.

Kendi öz algını güncellemek

Ben, “sahte” hisseden arkadaşa, kendi öz algısını güncellemesini tavsiye ettim zira sahtekar gibi hissetmesi diğer insanlardan değil kendinden kaynaklanıyor. Podcast sırasında, çocukken zayıflığından dolayı aşırı derecede alay edilip zorbalığa maruz kalan bir adamdan bahsetmiştim. Onunla tanıştığımda, powerlifting toplamı (deadlift, squat ve bench) 1200lerdeydi, ama buna rağmen kendisini zayıf biri olarak görüyordu. Bu, “megareksia” hastalığının pençesindeki erkeklerin durumuna da benziyor: Adam 1.93, 122 kilo bir kas yığını olsa bile kendisini ufacık görebiliyor. Bu insanlar, kendi donanımlarında ve dış dünyada olan değişimlere göre yazılımlarını güncelleyememiş insanlar. Bence bu alan, kendinize başarılarınızı tekrar ederek telkin etmenizin işe yarayabileceği ve yazılım güncellemesini bu şekilde zorlayabileceğiniz bir alan.

Sahtekar sendromu, insanın pozitif olanı değersiz görüp, negatif olanı daha değerli gördüğü ve kendisini negatif geri besleme sarmalına hapsettiği bir durum. Bu durumda gelişim durur zira insan pozitifi değersiz görürse, daha fazla çaba harcamayı da faydasız görür. Her büyük sıçrayışınızda, geçmiş tarafından bu şekilde bağlanmamak zordur. Önce bir konfor alanındasınız ve sonra oldukça rahatsız edici bir duruma geçiyorsunuz. Sonra hedefinize ulaşıyorsunuz ve bundan sonra ne yapacağınızı bilmiyorsunuz. Kendinizden memnundunuz ve sonra değiştiniz ve yeni biri oldunuz ama bu yeni insanın kim olduğunu tam olarak bilmiyorsunuz ve bu yeni insanı tanımak için zamana ihtiyacınız var.

Özet ve sonuçlar

Geçenlerde AJA Cortes’in Rollo Tomassi ile yaptığı bir podcastı dinledim. Podcastın ilk saatindeki ana konu, örtüşmeydi. Rollo çok iyi bir örnek verdi: dışardan alfa görünen bir erkek, beta davranışlar sergilediğinde, bu kadınları itiyor zira adamla ilgili algıları, adamla ilgili deneyimleri ile örtüşmüyor. Bir yanınız değiştiğinde, geri kalanınızın ona yetişmesi zaman alıyor. The Red Man Group’a soru soran arkadaşın durumunda, kendisi değişimi gerçekleştirmiş ama bu değişim henüz kendi öz algısı tarafından içselleştirilmemiş. Arkadaşımın durumunda ise, kendi eski haliyle, eski dünya algısıyla ve durumu ile ilgili yanılgısı ile ilgili bir sorunu yoktu. Ama şimdisi, yapması gereken değişiklikler ve bunların potansiyel etkileri kendisini rahatsız ediyordu ve bu nedenle de ayakları tahterevallinin iki yanında, ortada ayakta ve kararsız bir şekilde gibi hissediyordu.

Bir tarafa adım atması demek, geçmişine olan bağlılıklarının bazılarından vazgeçmesi demekti ki buna geçmiş tercihlerinin batık maliyetlerini kabul etmek de dahildi. Öbür tarafa adım atması demek, gelecekteki benliğinin, kalbinde yer eden bazı değerlerden mahrum kalması demekti. Ama bu kararsız tahterevalli pozisyonuna devam etmesi ve iki tarafı dengelemeye çalışıp durması, onda sürekli kaygıya neden oluyordu. Sonunda konfor ve alışkanlıklar galip geldi.

Geçmişinize sahip çıkmalısınız ama geçmişinizin sizin geleceğinizi dikte etmesine izin vermemelisiniz.

Geleceğinizin görüşünü kaybetmeden, şimdi ve burada olmalısınız.

Gözünüz gelecekte olmalı ama geçmişinizi unutmamalısınız.

Geçmişi değiştiremeyiz ama şimdiki zamanda kararlar verip, aksiyon alarak geleceğimizi değiştirebiliriz. Eğer bunu yapmayı seçersek, bir noktada benliğimizin değişik versiyonlarını kabul edip birbirlerine entegre etmeliyiz ve böylece örtüşen bir bütün olarak hayat yolculuğumuzdan maksimum faydayı sağlayabilelim.

Şu an yürüdüğünüz kadın, sizin 10 dakika önce kim olduğunuzu bilmiyor ki, 10 sene önce ne olduğunuzu bilsin? Gerçek şu ki, bu umrunda bile değil. Kadınlar karşılarındaki alfanın değerini sorgulamayacaklardır, özellikle de kendi değerinin farkında olanını.

Çeviri: Red Pill Logic: The Trinity

Bilim eski sevgilinizi Facebook’ta gizlice takip etmeyi neden bırakamadığınızı gösteriyor

Ayrıldıktan haftalar hatta aylar sonra eski sevgilinizin Facebook fotoğraflarına ve statüsüne gizlice baktıysanız, bunun tamamen sizin suçunuz olmadığı gerçeği sizi rahatlatabilir.

Bu yapmanızın bilimsel bir nedeni var.

İlişkilerimize “bağımlıyız”.

Yıllardır yapılan nörolojik araştırmalar, beyninizde aşık olmayla alakalı mekanizmaların, madde bağımlılığı ile alakalı mekanizmalar ile aynı olduklarını gösteriyor. Bilimadamlarına göre bunun nedeni, romantik aşkın bir duygu olmaktan çok motivaston ve ödül ile oluşan bir alışkanlık olması. Aşk hissi ile dopamin seli ortaya çıkıyor. Dopamin, beyne ödül geribeslemesi sinyalleyen bir nörotransmitter (sinir hücrelerindeki bilgi akışını sağlayan küçük kimyasal iletken). Daha çok dopamin salgılandıkça, hedefimizin peşinde koşmak için daha çok motive oluyoruz.

Concordia Üniversitesinde psikoloji profesörü olan Jim Pfaus şöyle açıklıyor: “Aşk aslında cinsel arzu tarafından oluşturulan bir alışkanlık ve bu arzuyu ödüllendiriyor. Beyinde çalışma mekanizması, insanların madde bağımlısı haline gelmeleri ile aynı.” Aşka madde bağımlılığı gibi fiziksel bir bağımlılığımız olmasa da, aşk ve madde gibi arzularımızı motive edip ödüllendiren sinir sistemi mekanizmaları birbirlerine çok benziyorlar.

“Bağımlılık”, ayrılık ile sona ermiyor.

Journal of Neurophsiology’de 2010 yılında yayınlanan bir araştırma, bu benzerliği bir ileri seviyeye taşıyor: Ayrılık sonrasında beynimizde olanlar, “bağımlılık” özellikleri gösteriyorlar. Araştırmacılar, zor bir ayrılık sürecinden geçen küçük bir üniversite öğrencisi grubunu gözlemlemişler. Tüm denekler, zamanlarının %85’ini hala eski sevgililerini ya da flörtlerini düşünerek geçirdiklerini itiraf etmişler. Araştırmacılar deneklere eski sevgililerinin fotoğraflarını gösterdikten sonra deneklerin beyin MR’larını çekmişler. Bu beyin MR’ları, deneklerin şiddetli arzu ve bağımlılık ile ilgili korteks altı alanlarında sinirsel aktiviteler olduğunu göstermiş.

Araştırmacılardan biri, öğrencilerin “ödülleri” olan sevgilileri çoktan hayatlarından çıkmış olsa da, “orta beyindeki ödül sistemleri açısından, bu insanlar hala aşıklar” sonucuna varmış. İlişkimizin artık bittiğini anlasak da, ödül sistemimiz hala eski sevgilimizin dönmesini ve bizi yeniden mutlu etmesini bekliyor.

Yardımların için teşekkürler Mark Zuckerberg

Eski sevgilimizin kişisel hayatları birkaç tıklama uzağımızdayken, onları unutmak hiç de kolay değil. Sosyal medya, şiddetli isteklerimizi tatmin etmek için kolay bir ulaşım aracı sağlıyorlar. Western Ontario Üniversitesinde hazırlanan bir master tezi, Facebook’un ayrılıklar üzerindeki etkisini araştırıyor ve hiç de şaşırtıcı olmayan bir sonuca varıyor: Sosyal medya platformları, eski sevgililerimizin hayatlarını gözlemlemek ve izlemek için popüler bir araç sağlıyor.

Ama şöyle bir problem var: Şiddetli isteklerinizi sürekli tatmin etmeniz, onlardan kurtulmanızı neredeyse imkansız hale getiriyor. Growing Self Counseling and Life Coaching’in klinik direktörü Lisa Bobby, New York dergisine bunun kısmen biyolojik olduğunu söylüyor: “Eski sevgilinizle herhangi bir bağlantınızın olması, örneğin bir fotoğrafını görmeniz ya da bir mesajını okumanız, sizde endorphin (kişinin daha mutlu olmasına ve yaşadığı hayattan daha fazla keyif almasına yardımcı olan ve beyinde salgılanan bir hormon) seli yaratıyor”.

Londra Burnel Üniversitesi’nden psikolog Tara Marshall, araştırmasında benzer bir sonuca ulaşıyor. Mic’e verdiği röportajda Marshall şöyle diyor: “eski sevgiliyi sürekli olarak Facebook’ta izlemek, kişiyi bir bataklığa saplıyor ve kişinin eski sevgilisini kafasından atamamasına neden oluyor”. Eski sevgilinize odaklanarak, onu unutma kabiliyetinizi bastırıyorsunuz.

Bağımlılık aşırı uca kaydığında, insanlar bazen “ekskolik” (eskikolik) olabiliyorlar. Bobby New York’a şöyle diyor: “Ekskolik acı çekmiyor, takıntılı özlemin arafında hapsoluyor. Bu nedenle de ayrılık sonrası bir ekskolik konsantre olmakta sorun yaşıyor, depresif bir ruh halinde oluyor, aktivitelere ilgisini kaybediyor, iş üretkenliğini kaybediyor ve arkadaşlıkları geriliyor.” Kişi sadece ilişkisini kaybetmenin arkasından yas tutmuyor, acı ve takıntının kişisel ve sosyal hayatını ele geçirmesine de izin veriyor.

Bağımlılıktan kurtulma zamanı

Hepimiz ekskolik değiliz, ama eski sevgilimizi stalklamayı (gizlice takip etmeyi) sınırlandırmak hepimiz için faydalı olacaktır. Eski sevgilinizi Facebook’ta arkadaşlıktan çıkarmak bir çözüm. Ya da kendinizi tutamayarak eski sevgilinizi ne sıklıkta takip ettiğiniz konusunda bir ekskolik günlüğü tutup, eskiyi takip etmeme hedefinizin takibini yapabilirsiniz. Ya da kendinize daha başka bir sosyal medya hedefi bulun: Muhtemelen takıntılı bir şekilde yemek p*rno (bir dizi ismi) izlemek, eski sevgilinizi takıntılı olarak takip etmekten duygusal olarak daha az yıkıcı olacaktır.

Sonuçta bir tanenizin artık hayatınızda olmadığını, bir gecede kabul edemeyeceksiniz ve onu gizlice takip etme isteğini bir gecede bitiremeyeceksiniz. Aile, arkadaşlar, Ben and Jerry’s ve Netflix gibi destek sistemleri zaten bunun için var.

Çeviri: Science Shows Why You Can’t Stop Facebook Stalking Your Ex

‘Lüks İnançlar’ zengin Amerikalıların yeni statü sembolü

Yale Üniversitesinden eski bir sınıf arkadaşım geçenlerde bana “tek eşli ilişkinin modasının geçtiğini” ve toplum için iyi bir şey olmadığını söyledi. Ben de bunun üzerine kıza aile yapısını ve evlenmeyi planlayıp planlamadığını sordum.

Arkadaşım varlıklı bir aileden geldiğini ve ünlü bir teknoloji firmasında çalıştığını söyledi. Ve evet, kendisi tek eşli bir evlilik yapmayı planlıyordu ama evliliğin herkes için olmaması gerektiğini de hemen ekledi.

Kız geleneksel bir aile tarafından yetiştirilmişti. Kendisi de geleneksel bir aile kurmayı istiyordu. Ama bir yandan da geleneksel ailenin modasının geçtiğini ve toplumun bu aile tipini aştığını iddia ediyordu.

Bunu nasıl açıklayabiliriz?

Üst-sınıf Amerikalılar eskiden sosyal statülerini lüks ürünlerle gösterirlerdi. Bugün ise bunu lüks inançlarla yapıyorlar.

İnsanlar sosyal statülerini çok önemserler. Aslında, araştırmalar insanların kendi esenlikleri için, çevreleri tarafından takdir edilmeye, paradan daha fazla önem verdiklerini gösteriyor.

Statümüzü göstermek için yeni yollar bulma baskısı altındayız. Modaya uygun elbiselerin sürekli değişmesinin sebebi de bu. Ama günün modasına uygun elbise ve ürünler daha ulaşılır ve hesaplı hale geldikçe, lüks ürünlere atfedilen statü de azalmaya başladı.

Üst sınıflar bu duruma akıllıca bir çözüm buldular: lüks inançlar. Bu inançlar, zenginlere çok az maliyet ile statü sağlarlarken, daha alt sınıflar üzerinde de büyük hasara yol açıyorlar.

Lüks inançlara verebileceğimiz örneklerden biri, her aile yapısını eşit olduğu inancı. Bu doğru değil. Evli bir çiftin yürüttüğü ailelerin, çocuklar üzerinde en faydalı olan aile tipi olduğuna dair kanıtlar oldukça açık. Ama evli anne babalar tarafından yetiştirilen varlıklı, eğitimli insanlar, tek eşli ilişkinin modasının geçtiğine, evliliğin yanlış olduğuna ve tüm aile tiplerinin aynı olduğuna, diğerlerine göre çok daha fazla oranda inanmaya meyilliler.

Evlilik konusundaki bu gevşek duruş ise, çalışan sınıflara ve fakirlere sirayet ediyor. 1960’larda, Amerika’da üst sınıf ile alt sınıfta evlilik oranları aynı idi. Ama bu dönemde varlıklı Amerikalılar sosyal normları gevşettiler ve evliliğe / tek eşli ilişkiye kuşkuyla baktıklarını söylemeye başladılar.

Bu lüks inanç, ailenin erozyona uğramasına neden oldu. Bugün, varlıklı Amerikalıların sınıfında evlilik oranları 1960’larla hemen hemen aynı. Ama daha alt sınıftlarda insanlar çok daha az oranlarda evleniyorlar.  Dahası, evlilik dışı doğum oranları, 1960’lardakinin 10 katı. Varlıklı insanlar nadiren evlilik dışı çocuk yapıyorlar ama bu lüks inancı dile getirmeye diğerlerine göre çok daha fazla yatkınlar ve bunun da onlara bir maliyeti olmuyor.

Diğer bir lüks inanç ise dinin irrasyonel ve zararlı olduğu inancı. Üst sınıfa mensup insanların ateist veya dinsiz olma ihtimalleri daha fazla. Ama bu insanların, dinin birleştirici sosyal yapısına ihtiyaç duymadan başarılı olmalarını sağlayacak kaynakları var.

İbadethaneler fakir toplulukların sosyal dokusu için genellikle çok önemliler. Dinin önemini kötülemek, fakir insanlara zarar veriyor. Varlıklı Amerikalılar yaptıkları “kariyerde” anlam bulabiliyorlar ama çoğu Amerikalının “kariyer” gibi bir lüksü yok. Bu insanların ellerindeki, para kazandıkları işler. Kart basıp işe gidiyorlar ve kart basıp işten çıkıyorlar. Bakımını üstlenecekleri bir aile ya da topluluk olmadan, bu işlerde çalışmak, hayatı oldukça anlamsız hissettirebiliyor.

Bir de bireysel tercihlerin, şans gibi rastlantısal sosyal güçler kadar önemli olmadıklarını söyleyen lüks inanç var. Bu inanç, Yale ve Cambridge gibi üniversitelerdeki sınıfa arkadaşlarım arasında, üniversite hayatımdan önce içinde olduğum koruyucu ailelerde yetişen çocuklara ve ordudaki silah arkadaşlarıma göre çok daha yaygın. Bu inancın ana fikri, yaşamın seni nereye götüreceği üzerinde pek fazla kontrolün olmadığı. Bu fikir üst sınıfa fayda sağlarken, sıradan insanlara zarar veriyor.

Prestijli üniversitelerdeki öğrencilerin aralıksız çalışmalarına rağmen azmin önemini küçümsemeleri sık rastlanan bir şey. Bu öğrenciler, verdikleri çabadan ziyade şanslı olduklarına vurgu yapıyorlar. Bu mesaj oldukça yıkıcı. Eğer avantajsız durumdaki insanlar başarının ana faktörünün şans olduğuna inanırlarsa, çalışıp çabalama ihtimalleri azalır.

Beyaz (ırk) ayrıcalığı (white privilage) anlamakta en çok zorlandığım lüks inançtı zira ben fakir beyazlarla büyüdüm. Üst sınıfın üyeleri genellikle, ırksal eşitsizliğin, beyazların doğuştan gelen ayrıcalıklarından kaynaklandığını iddia ediyorlar. Ama buna rağmen ortalamada Asya kökenli Amerikalılar daha eğitimliler, daha fazla para kazanıyorlar ve beyazlardan daha uzun yaşıyorlar. Beyaz ırkın ayrıcalığı fikrini en şevkle savunanlar, varlıklı beyazlar ama aynı zamanda bu fikri desteklemenin bedelini ödeme ihtimalleri en az olan insanlar da onlar. Tam tersi ayrıcalıklarından bahsederek sosyal duruşlarını yükseltiyorlar.

Başka bir deyişle üst sınıf beyazlar, kendi yüksek statülerinden konuşarak statü kazanıyorlar. Ama beyaz ırk ayrıcalığı ile savaşmak üzere yapılan yasalar, ayrıcalıklı beyazlara zarar vermeyecekler. Bu yasalar, fakir beyazlara zarar verecekler.

Varlıklı beyazlar, kendi lüks inançlarına her zaman inanmıyor olabilirler. Belki de bazıları bu ideolojik kürkü giymekten hoşlanmıyorlar. Ama eğer çevreleri bu kürkü giymedikleri için kendilerini cezalandırırsa, bir daha bu kürkü giymeden dışarı asla çıkmayacaklardır.

Çünkü, eskinin üst sınıflarının taktıkları lüks takılar ve giydikleri tasarımcı elinden çıkma elbiseler gibi, lüks inançlar da onları alt sınıflardan ayırıyorlar. Bu inançlar da daha avantajsız insanlar üzerinde somut zarara neden oluyorlar ve üst sınıf ile alt sınıf arasındaki uçurumu daha da açıyorlar. Moda elbiseler gibi, moda inançlar da yakın zamanda modası geçmiş olacaklar. Gelecekte, üst sınıfın, en tepe statüye çıkmak için – şimdi kutsal saydıkları – daha fazla değeri kötülemelerini bekleyebilirsiniz.

Rob Henderson (@robkhenderson), Cambridge Üniversitesinde doktora adayı ve ABD Hava Kuvvetlerinde hizmet verdi.

Çeviri: ‘Luxury beliefs’ are the latest status symbol for rich Americans

Modern teknolojinin kölesi olduğunuzun 20 işareti

Hiç durup da sizden bağımsız bir güç tarafından kontrol edilip edilmediğinizi düşündünüz mü? Dünya hiç aynı anda hem boş, hem gerçek dışı hem de kızgın hissettiriyor mu? Belki bu sorular aklınıza bile gelmedi çünkü sözde bize yardım ettiği söylenen teknolojik gelişmeler tarafından
çoktan ‘tüketildiniz’. Her hâlükârda, işte modern teknolojinin kölesi olduğunuzun muhtemel işaretleri:

1.Bir anı yaşamaktansa onu kaydetmek daha çok ilginizi çekiyor

İnsanlar hayatı hala gerçek anlamıyla yaşıyorlar mı? Öyle görünüyor ki günümüzde herkes yaşadıkları anların tadını gerçekten çıkarmaktansa, ne gördükleriyle ve nerede olduklarıyla ilgili gösteriş yapmayı tercih ediyor. Günümüz sosyal medyası, insanları tam anlamıyla ‘Fotoğraf yoksa yaşanmadı’ tarzı bir anlayışa itiyor.

2.İnternette takıldığınızda sıklıkla zamanınızın kontrolünü kaybediyorsunuz

Ne sıklıkla en sevdiğiniz internet sitesinden başınızı kaldırdığınızda ekran karşısında saatlerce boş boş oturduğunuzu fark ediyorsunuz? Yapacak daha iyi işleriniz vardı ama siz zamanınızı bomboş Youtube videolarına ve aptalca clickbait makalelere harcadınız. Bunu bir daha yapmayacağınıza dair kendinize söz verin ve şunu bir kontrol edin.

3.Dijital bir bağlantı olmadığında kaygılı hissediyorsunuz

Hiç yeni bir şey olmamasına rağmen e-postalarınızı, mesajlarınızı, güncellemeleri ve haberleri sık sık kontrol ediyor musunuz? Günümüzde insanlar ellerindeki o telefonlara o kadar bağımlılar ki nomofobi artık hayatımızın içerisinde.

 4.Sanal dünyada, gerçek hayatta harcadığınızdan daha fazla vakit harcıyorsunuz

Ortalama bir Amerika’lı günün 7 saatten fazlasını ekran başında geçiriyor. Ve biliyorsunuz ki gerçek dünyanın, sanal dünyaya kıyasla çok daha sıkıcı olduğunu düşünmeye başladığınızda dibe batarsınız. Doğada vakit geçiren ve fiziksel aktivitelere bayılan ben bile çalışmak için bilgisayar başında tonla zaman harcamak zorundayım.

 5.Yeterince güneş ışığı almıyorsunuz

Dünyadaki bir çok insan yeterince güneş ışığı almamaları yüzünden D Vitamini eksikliği çekiyor ve teknoloji işleri daha iyi hale de getirmiyor. Sürekli ‘fişe takılı’ halde yaşayan insanların, içlerinde en ufak bir canlılık belirtisi kalmamış gibi görünmeleri şaşırtıcı mı?

 6.Uykuya dalmakta zorluk çekiyorsunuz

Kendilerini gün içerisinde güneş ışığından mahrum bırakan insanlar aynı zamanda geceleri uykuya ihtiyacı olduğu vakit gözlerini sanal ışıklara boğuyorlar. Uyumadan önce telefonda vakit geçirmek, beyninizdeki melatonin üretimini bozarak uyku düzeninizi altüst edecektir.

 7.Elinizde telefonla yürüyorsunuz veya araba sürüyorsunuz

Yürürken kafasını telefonuna gömdüğü için kaç tane insanla az kalsın çarpışacağımı hatırlamıyorum bile. Ayrıca çoğu insanın araba sürerken yazışmayı, bunu güvenli bir şekilde yapabilecek kadar zeki (yani yetenekli) olduklarını söyleyerek rasyonalize etmelerini çok çirkin buluyorum.

 8. Zeka oyunlarının sizi daha zeki yaptığını düşünüyorsunuz

Hep insanların telefonlarından oynadıkları bu ‘beyin jimnastiği’ oyunlarının aptalca ve saçma olduğunu düşünmüşümdür. Son çalışmalar  düşüncelerimi doğrular nitelikte.

 9.İnsanlarla az etkileşim kurmanız yüzünden sosyal yetenekleriniz berbat

Ergenliğimde utangaç ve garip biriydim çünkü zamanımın neredeyse tamamını sosyalleşmek yerine televizyon izlemek, internette gezinmek ve video oyunlarıyla  harcıyordum. Ortalama sosyal yeteneklere sahip normal bir insan olmak için neredeyse on yıl boyunca çok büyük bir mücadele verdim.

Bugün birçok Y kuşağı bunlar yüzünden resmen boş ve amaçsız birer enkaz gibi. Hatta zamanında mesajlaşmaya çok alıştıkları için çalan bir telefona cevap vermekten korkan birkaç gençle bile tanışmıştım.

 10.Gerçek bir kadın yerine porno ve sanal kız arkadaşları tercih ediyorsunuz

İnternet pornosu halihazırda tüm dünyaya veba gibi yayıldı ve bir çok erkeğin hayatını mahvediyor, ama artık bir de ‘Sanal Sevgili’ diye bir şey olduğunu biliyor muydunuz? Şu an Japonya’da çok popüler ve yakında Batı’da zaten devam eden işlevsiz cinsel ilişkilerle beraber bu sanal hatunların kullanımı da yükselişe geçecek. Bir de üstüne seks robotları da yaygınlaştığında bir çok erkek muhtemelen bu robotların seks kölesi haline gelecek.

11.Son çıkan ürünler hakkında bir takıntınız var

En son çıkan teknolojik ürünlerin özelliklerini kontrol etmek için saatler harcıyorsunuz, yeni modelin eski modelden 0,8mm daha ince olması veya gözle görmesi imkansız olsa da daha fazla piksele sahip olmasını çok fazla önemsiyorsunuz. Bir sonraki amiral gemisi telefonu almak için geceden sıraya giriyorsunuz çünkü şu anki telefonunuzu alalı 11 ay oldu bile! Ve bu telefona para saydıktan sonra kendin gibi diğer aptallarla telefonlar üzerine tartışıp kendini onlara çemkiriyorsun çünkü senin oyuncağın seni daha üstün yapıyor.

Evet ya. O kaybedenlere günlerini göster.

12.Kendinizi resmen bir ‘teknoloji tarikatının’ içerisine sürüklenirken buldunuz

Bir süredir eski model akıllı telefonumdan kurtulup kapaklı bir telefona geçmek istiyordum ki hayatımı biraz olsun basitleştirebileyim. Ama gördüm ki bunu yapmak imkansız çünkü çevremdeki herkes iş ve arkadaşlık ilişkilerinde iletişim için üçüncü parti uygulamalar kullanıyor. Akıllı telefon kullanmaktan nefret etsem de bunu yapmaya bir nevi zorlanıyorum.

Artık kredi kartı ve epostalar olmadan yaşamak neredeyse imkansız. Merak ediyorum, acaba bu telefon ve RFID için ne zaman geçerli olacak?*

(*Çevirenin Notu: Makale 2016 yılına ait, yani çoktan geçerli oldu bile.)

 13.Vücut duruşunuz ve sağlığınız bozuluyor

Teknoloji, modern insanları çok büyük sağlık sorunlarına  neden olan sedanter bir yaşam tarzına itti. İnsanların bir ekrana bakmak için sürekli eğildiği günümüz dünyasında baş önde postürü salgın gibi yayılmış durumda. Ve bu sadece kullandığımız elektronik cihazların neden açtığı bir sorun. Daha tükettiğimiz her şeyin içerisinde bulunan işlenmiş gıdalar, kimyasal maddeler ve hormonlar gibi şeyleri saymadım bile.

 14.Bilişsel kapasiteniz azaldı

Hiç eskisinden daha çabuk sıkıldığınızı, konsantre olmakta ve bir şeyleri hatırlamakta eskisinden daha kötü olduğunuzu düşündünüz mü? Eskiden insanlar koskoca şiirleri ve hikayeleri aklında tutabilirken günümüzde çoğu genç kendi telefon numarasını bile hatırlamakta zorluk çekiyor.

Ayrıca günümüzde insanlar görece uzun bir yazı gördüğünde yazıyı okumak yerine yorumlara ‘özet geç’ yazmaya daha eğilimli gibi görünüyorlar.

15.Aynı anda birden çok iş yapmanın sizi üretken ve daha zeki yaptığını düşünüyorsunuz

Hayır yapmıyor. Yaptığı tek şey beyninizi bulamaç haline getirip üretkenliğinizi düşürmek.

16.Bir şeyler satın alırken sıklıkla kart kullanıyorsunuz ve mobil ödeme sisteminin yaygınlaşmasını dört gözle bekliyorsunuz

Nakitin olmadığı bir dünya pek de iyi bir yer değil.

 17.Bir makinenin seni yönetmesine izin veriyorsun

Kullandığın teknoloji sana yol mu gösteriyor yoksa seni kontrol mü ediyor? Her geçen gün ikisi arasındaki sınır daha da bulanıklaşıyor ama insanlar bunların sağladığı ‘fayda’ ve rahatlığa o kadar bağımlılar ki pek umursamıyorlar.

18.Gizliliğin hakkında hiçbir endişen yok

Tarihin hiçbir döneminde devletler ve şirketler bizim hakkımızda bu kadar fazla bilgi toplamamıştı. Günümüz bilgi toplama ve gözetleme dünyası Stasi’nin ıslak rüyasının resmen gerçekleşmiş hali.

Terörist saldırısından ölme ihtimali yıldırım çarpmasından ölme ihtimalinden düşük olmasına rağmen, insanlar devletlerin korku tacirliğine boyun eğdiler ve mahremiyetlerinden isteyerek vazgeçtiler. Her hareketiniz, yaptığınız her arama, satın aldığınız her şey ve attığınız her mesaj kaydedilip depolanıyor. Terörle savaşın esas kazananı Big Brother.

19.Devletin oyuncakları seninkilerden daha iyi

Bizim gibi köylüler kendimizi savunmak için bıçak ve tabanca gibi şeylere bile zar zor sahip olabiliyorken, devletler bizi yönetmek için her türlü son model silah teknolojisine sahipler. Ve öyle görünüyor ki bu saatten sonra yeni robot teknolojileri sayesinde yüce devlet büyüklerimizin, postallarıyla üzerimizden geçmeleri için başka adamlara ihtiyacı yok.

20.Teknolojinin tamamiyle sorunsuz ve mükemmel olduğunu düşünüyorsunuz

Yukarıda saydığım tüm maddelere rağmen illa ki çıkıp her türlü teknolojik yeniliğin iyi bir şey olduğunu söyleyen tonla gözü kör insan çıkacak. Tek ihtiyacınız olan şeyin, teknolojiyi ‘makul’ şekilde kullanmak olduğunu söyleyecekler. Peki ‘makul’ seviyenin ne olduğuna kim karar veriyor? Nasıl hesaplıyorsunuz bu seviyeyi? Giderek artan oranda teknolojiye bağımlı olan bir dünyada nasıl ‘makul’ seviyede kalacaksınız? Unutmayın, bugünün ‘makul’ kullanımı yüz yıl önce aşırı diye nitelendiriliyordu.

Bunların haricinde teknolojiyle ilgili bir çok sorun daha olsa da mevzunun ya siyah ya beyaz diye düşünülüp ya teknoloji çok iyi bir şeydir ya da çok kötü bir şeydir tarzı sonuçlara varılmasını istemem. Ve kesinlikle teknolojiden tamamen kurtulup taş devrine dönmemiz gerektiğini söylemiyorum (en azından şimdilik). Yapmamız gereken şey teknolojinin günlük hayatımız üzerindeki etkilerinin daha fazla farkında olmak yoksa sonumuz kaynar sudaki kurbağalar gibi olacak. Günün birinde, uyandığınızda teknoloji tarafından yiyip bitirildiğinizi ve bundan bir kaçış yolu olmadığını anlamak emin olun istemezsiniz.

Çeviri: 20 signs you’re slave to modern technology

Çeviren: Thomas Aquinas

Bruce gibi olmayın

Bruce, iyi bir bilgisayar mühendisliği işine sahip tipik bir aile babasıydı. Şehrin dış mahallelerinde karısı ve çocuklarıyla büyük ve güzel bir evde yaşıyor, işe hergün büyük bir SUV araç ile gidip geliyordu.

Bruce, bira içmeyi ve futbolu seviyordu ama Bruce ne yiyip içtiğine dikkat etmiyordu. Belki de hayatı boyunca kötü beslenmişti ve hayat stili iyi beslenmesini ve spor yapmasını engelliyordu. İşi nedeniyle sürekli olarak masa başındaydı ve genellikle ya masasında ya da işe giderken yemek yiyordu. Karısı içine tuz ve yağ boca edilmiş akşam yemekleri hazırlıyor ve yemekten sonra da mutlaka tatlı yiyorlardı.  Çocuklar çimleri biçecek kadar büyüdükleri için Bruce’un yaptığı tek gerçek fiziksel aktivite de sona ermişti.

Kibarca söylemek gerekirse Bruce iri bir erkekti. Geçen sene, 40. yaş gününde, Bruce sağlığı ile ilgili endişelerini dile getirmeye başladı. Doktoru “yüksek risk grubunda” olduğunu, iyi beslenmeye ve spor yapmaya başlaması gerektiğini söylemişti. Ama 40 yaşında biri olarak öyle güçlü alışkanlıklar geliştirmişti ki, spora ve iyi beslenmeye başlamak onun için kariyer değiştirmek gibi bir şeydi. Nereden başlayacağını bilmiyordu. Ama daha önemlisi, bunları yapmak için içinde ne bir dürtü ne de değişmesi gerektiğine olan inanç vardı.

Bruce yüzeysel bazı çabalar gösterdi. Bir spor salonuna yazıldı.Haftada bir veya iki kere bu salona gidip 20 dakika koşu bandında koşuyor ama daha sonra yüksek kalorili yemekler yiyordu. Kendisini daha sağlıklı beslendiğine inandırmak için tabağına biraz daha fazla yeşillik koyuyordu. Derinlerde bir yerde, alışkanlıklarını değiştirmek zorunda olduğunu biliyordu ama bunun için çaba harcamak yerine, değişimi erteleyip duruyordu.

Bir ay kadar önce Bruce göğsünde bir ağrı hissetmeye başladı. Acil Servise gitti ve hastane bazı testler yaptı fakat Bruce’un kalbinde oluşan küçük yırtılmayı bulamadılar. Bunun için sonogram gerekiyordu ama sonogram bu durumda yapılan testlere dahil değildi. Bu nedenle bir şey bulamadan Bruce’u evine yolladılar.

Fakat conta patlatan motor gibi, Bruce’un kalbinden gögüs kafesine kan dolmaya başladı ve basınç eşitlendiğinde, Bruce’un kalbi atamamaya başladı. Ve Bruce o gece hayata veda etti.

Bazen bir insanın hayattaki rolü diğerleri için uyarı olmaktır. Bruce’un cenazesine birkaç arkadaşı katıldı ama kalabalık büyük oranda bedava yemekleri yiyip, işten konuşan iş arkadaşlarından oluşuyordu. Kalabalıkta gözyaşı döken birkaç kadın vardı ama çoğu erkek şakalaşıp gülüştüler. Bruce’un hayatı işi olmuştu ve bildiği insanlar bunlardı. Bruce’un tabuttaki naaşı, birkaç dakikalığına katılımcılara kendi ölümlülüklerini hatırlatsa da, sıra konuşma yapmaya geldiğinde çok az kişi Bruce hakkında anlamlı bir şeyler söyleyebildi. Bunlardan biri, sarhoş bir şekilde bir garaj kapısını değiştirdikleri anısını anlatmıştı. Bir diğer arkadaşı ise çocukluklarından bir anı ile nostalji yaptı. En son Bruce’un patronu konuştu. Bu adam Bruce ile beraber işe başlamıştı ama zaman içinde yükselerek Bruce’un patronu olmuştu. Bruce’u “iyi bir çalışan” ve “arabulucu” olarak tanımladı ve “Bruce benim daha iyi görünmemi sağlıyordu” diye bitirdi. Mezar taşınızda böyle bir şeyin yazdığını düşünsenize.

Bruce kitabına göre yaşamıştı. Okula gitti, üniversite bitirdi, evlendi, çocuk yaptı, araba aldı ve bir ev sahibi oldu. Bira içti, maç izledi, tüketti ve itaat etti.  Her hafta uzun saatler boyunca çalıştı ve kalan birkaç saatini de kendini uyuşturmaya harcadı. Uyarı sinyallerini gördü ama onları görmezden geldi. Ve sonra da öldü.

Bruce başkaları için yaşadı ve onların hayallerinin peşinde koştu. Peki kendisinin hayalleri neydi?

Karısı kendisi ne istiyorsa, Bruce’un da onları istediğine inandı – çocuklar, ev ve eşyalar. Ama biz kırmızı hap camiasında bunun böyle olmadığını biliyoruz. Onda görebildiğim çok az şey vardı ama bu çok az şey bile Thoreau’nun bahsettiği “Sessiz Çaresizlik” ile ilgili ipucu veriyordu (*). Aslına bakarsanız Bruce’un ne istediğini bilen biri olduğundan şüpheliyim. Zaten artık bir önemi de yok zira Bruce artık yok.

İnsanlar size “değişmek için artık çok geç” diyecekler. Değişmek için geç değil, ta ki artık gerçekten çok geç olana kadar. O nedenle size yalvarıyorum: Buna YOLO mu dersiniz, carpe diem mi dersiniz bilemem ama hayatınızı değiştirin.

Allah aşkına, Bruce gibi olmayın!

(*) Henry David Thoreau (1812 – 1862), 1854’te yayınladığı Walden adlı eserinde, koca bir erkek kitlesinin sessiz bir çaresizlik içerisinde yaşadıklarını yazar. Bunun nedeninin yanlış değerler olduğunu söyler: İçimizde bir boşluk hissediyoruz ve bunu para, eşya ve ödüller ile doldurmaya çalışıyoruz.

The Redpill Reddit’ten